Tanrı’ya inanıyor musunuz? İnanıyorum diye cevap verebilirsiniz bu soruya, veya inanmıyorum, veya bilmiyorum, veya ilgilenmiyorum. Hangisini derseniz deyin, bu soruyla beraber sorulması gereken ikinci soru şu: hangi Tanrı’ya?
Bugün, dünya üstündeki insanların çoğunun aklında olan Tanrı konsepti, evreni tıpkı kilden bir çömlek yaparmışçasına tasarlayan ve yaratan, egemen, yönetici ve çoğu zaman yargılayıcı bir Tanrı konsepti (mütaşahhıs Tanrı, personal God). Bu konseptte ateistler ve teistler (monoteistler, yani Mezopotamya dinleri, İbrahimi veya semavi dinler) büyük miktarda anlaşıyorlar. İlk grup ben böyle bir Tanrı’nın olmadığına inanıyorum (veya olduğuna ikna olmuyorum) diyor, ikinci grup böyle bir Tanrı var diyor. Zaten inanç her zaman (Kierkegaard’ın tabiriyle) bir “sıçrama (leap of faith)”dır ve kaçınılmazdır. Ateistler de inanırlar, teistler de. Evet, inanç kaçınılmazdır. “Hangi Tanrı?” sorusuna ara verip biraz da “Hangi inanç?” sorusu üzerinde konuşalım (sonra ilk soruya geri döneceğiz.)
Teizm, felsefesine veya ezoterik taraflarına bakarsak nüanslarla karşılaşsak bile, özellikle “özünün sert kabuğu” olan “ana akım din” bakımından, insana tam bir reçete sunar. Bu reçete şudur: sana her şeyini veren yaratıcı Tanrı’nın abidi ve şakiri ol, yap dediklerini yap, yapma dediklerini yapma; ödülünü sonsuz bir ahirette alacaksın. Hakiki bir teist, hayatın manası ne diye sormaz, çünkü cevabı biliyordur.
Ateizm, özellikle natüralist determinizm versiyonuyla düşünecek olursak, aslında “fizik yasalar”ını mutlak güç olarak kabul eder. Bu model, Alan Watts’ın tabiriyle “tam otomatik evren” modelidir; burada evren akılsız bir güçtür, ve bilinçli olan bizler ise beklenmedik bir rastlantıdan ibaretiz. Sübjektif iç deneyimimiz (bilincimiz) ya bir yanılsama, ya da henüz çözemediğimiz bir muamma.
Agnostikler, ya Tanrı’nın var olup olmadığını bilmiyorum derler; ya da daha güçlü bir şekilde, Tanrı’nın varlığının bilinemeyeceğini savunurlar. İlk kısımdakiler “apateist” bir yaklaşıma yakın olabilirler, yani Tanrı’nın varlığı ve yokluğu konusunu önemsiz bulabilirler. İkinci kısımdakiler, “ignostik” bir yaklaşıma yakın olabilirler, yani Tanrı’nın varlığı ve yokluğu konusunun anlamlı olabilmesi için önce Tanrı kavramının açık ve net ortaya koyulmasının gerektiğini (ve bunun çok mümkün olmadığını) söyleyebilirler.
Deistler, bir “yorgun Tanrı”ya inanırlar. Evet, bir Tanrı vardır, evreni yaratmıştır, ama sonra elini eteğini çekmiştir, evrene müdahele etmez. Vahiy ve din yalandır. Pratik anlamda bir deistin, bir ateistten veya bir agnostikten çok bir farkı yoktur. Felsefi olarak deistler, bu “ince ayar”lı evreni rastgeleliğe bırakmayıp bir tasarımcısı olması gerektiğine inanarak teizmden, fizik kanunlarının evrenin hakimi olduğuna inanarak ateizmden parçalar alırlar. Bazıları deizmi “korkak ateizm” veya “yarı yolda kalmış ateizm” olarak görse bile, ben bu görüşte değilim. Bu görüş illa bir ara görüş olmak zorunda değil.
Tabii bir de (günümüzde bu inançlarda olanların sayısı çok az olsa da) kadim dini inançlardan bahsetmeliyiz. Günümüz din tarihçileri ve antropologlar, insalığın ilk inançlarının animizm ve sonrasında şamanizm olduğunu söylüyorlar. Animizmde doğadaki her şeyin (canlı veya cansız) bir ruhu olduğu, ve doğa ile insan arasında sürekli bir bağ olduğu inancı var. Şamanizm de animizm gibi doğanın kutsallığını kabul ediyor; buna ek olarak ruhlarla bir şaman (ruhani lider, ermiş insan) aracılığı ile iletişim kurmak mümkün. Bir de bazı şamanist topluluklarda (“Tengri” gibi) evrensel düzeni temsil eden bir çeşit Tanrı konseptine rastlayabiliyoruz. Bunların ardından gelen totemizm (belli objelerin bir topluluğun koruyucusu olarak görülmesi) ve politeizm (yani çok Tanrı’lı inanç sistemi) var. Bu yazım bir dinler tarihi yazısı olmadığı için çok uzatmıyorum, ama ilgilenenler 2020’de yazdığım Reza Aslan’ın “Tanrı: Dinin İnsanı Bir Tarihi” kitabının özetine bakabilirler (link). Yine de bu kitaptan öğrendiğim en ilginç bilgiyi hızlıca paylaşayım: Aslan, Yahudiliğin ilk çıkışında—Babil sürgününden önce, yani Hz. Musa ve önceki Yahudi peygamberleri dahil—monoteist bir din değil, monolaristik (yani birden fazla Tanrı’nın varlığını kabul eden, ama tek bir—değişik zamanlarda Elohim veya Yahweh diye isimlendirdikleri—Tanrı’ya tapan) bir din olduğunu söylüyor.
Dünya üstünde çok yerdeki (Mısır, Mezopotamya, Avrupa, Pers ve Yunan) kadim dinlerin politeist veya paganistik dinler olduğunu görüyoruz, yani çok sayıda (insan özellikleri ve bazen zaafları gösteren, mitleri olan) Tanrı’lar var. Bununla birlikte, çoğu zaman Tanrı’ların bir “panteon”ları var ve değişik zamanlarda değişen bu panteonun tepesindeki bir “üst Tanrı” var (buna Henoteizm de deniyor). Bu üst Tanrı’ların isimlerine örnek verecek olursak, Amun-Ra, Anu, Marduk, Odin, Ahura Mazda, Mithra ve tabii ki Zeus.
Mısır firavunu Akhaten bir ara Mısır halkını tek Tanrı’lı (güneş Tanrısı Aten) bir dine geçiriyor muvakkaten, ama sonrasındaki firavun onun izlerini siliyor. Zerdüşt, Pers halkını monoteizme geçirmeye çalışıyor, o da muvaffak olamıyor. Sonra bugünkü anlamdaki monoteizm, Yahudi monoteizmi ile başlıyor.
Hristiyanlık ve İslam’ın yaygınlaşmasıyla monoteizm dünya üzerinde çok önemli bir yere geliyor. Ama günümüzde başka bir çok inanç çeşidi daha var. Bunlar arasında panteizmi en sona saklayacağım (çünkü orada “Hangi Tanrı” sorusuna tekrar geri dönmüş olacağız). Bu inaçların nispeten az bilinen birkaçından bahsedelim. Bunlardan bir tanesi Anateizm ve ben bu konuda bir yazı yazmıştım (link). Anateizm, “yeniden Tanrı’ya dönüş” demek ve kabaca inançsızlıktan tekrar inanca dönüşü ifade ediyor. Anateizm Tanrı’yı, dogmalar ve kurumlar ile değil, bireysel ve deneyimsel olarak anlanmaya çalışıyor, şüpheyi ve sorgulamayı teşvik ediyor. Bir diğer inanç, “olasılıkçılık (possibilianism).” Bu inanç, Tanrı’nın varlığına dair tüm olasılıklara açık tutuyor kendini, ama sadece “bilmiyoruz” ile yetinmeyip, belirsizlikleri kabul etmekle beraber araştırmayı teşvik ediyor. Daha çok bilinen bir inanç, “fideizm.” Bu inanç, Tanrı’yı anlamak için rasyonel kanıtların gereksiz/yetersiz olduğunu, inanca ancak “iman” yoluyla ulaşılabileceğini söylüyor. Bir de “nonteizm” var, bu inanç Tanrı kavramı ve dolayısıyla varlığı-yokluğu tartışmalarını önemsiz görüyor (Budizm’in bazı kollarına bunu örnek verebiliriz.)
Kadim ve daha yeni Çin ve Hint dinlerinden bahsetmeden olmaz elbette. Kadim Çin dini (animist ve şamanizm periyotlarınan sonra) bir nevi politeistik bir din. Sangdi (Gökyüzü Tanrısı) buradaki yüksek Tanrı. Ataların ruhları kutsal olarak görülüyor, Ying-Yang prensibiyle ifade edilen evrende bir denge ve kozmik bir düzen var (bu sırada, Japonya’da da benzer bir şekilde animist ve şamanist öğeler de taşıyan “Şintoizm” var). Tabii ki sonrasında Konfüçyüsçülük ve Taoizm geliyor. Bunlardan ilki daha çok bir ahlak ve sosyal uyum düzeni. Bu inancın temellerini aile, toplum ve yöneticilere saygı oluşturuyor. İkincisi ise “evrensel düzen”in, “Tao (yol)” ismiyle güzel bir teorisini yapıyor, ve ortaya “wue-wei (çabasızlık),” yani doğanın akışına uygun yaşamak prensibi gibi harika prensipler koyuyor. Bu iki inançta da Tanrı çok temel bir yerde değil. Yine de Tao’yu Tanrı’ya benzer görebiliriz (Sufizm ve Taoizm hakkında bir kitap üzerinden yazdığım bir yazı için bakınız: link). Ama bu Tanrı egemen ve yargılayıcı bir Tanrı değil (yani müteşaahhıs bir Tanrı değil, bu arada “Hangi Tanrı?” sorusuna geri dönmüş olduk.) Çin dinlerinin evren modeli dolayısıyla “seramik model” den (Tanrı, evreni kilden bir çömlek gibi yaptı) farklı. Bu modele bir “organizma modeli” diyebiliriz. Organizmada “bir patron” yok ve organizma kendini yönetiyor. Evren, temelde bir enerji oyunu ve aslolan evrene uygun yaşamak.
Kadim Hint dinlerinde de politeizm var, farklı güçleri ve evrensel işlevleri temsil eden çok sayıda Tanrı var. Yine bir kozmik düzen (Rta) var, ama Çin dinlerinden farklı olarak aynı zamanda karma ve reenkarnasyon var. Bu dinlerdeki en eski metinler “Veda”lar. Bu metinler Tanrılara övgüler içeriyor ve Hint rahiplerinin (Brahmanlar) değişik ritüelleri nasıl yapacağını anlatıyor. Sonrasında gelen önemli dini metinler “Upanishad”lar. Burada ana kavramlar olan, “Brahman” (evrenin nihai gerçekliği ve yaratıcı gücü,) “Atman” (bireysel ruh,) “Dharma” (yol, kişinin görev ve ahlaki yükümlülükleri,) “Samsara” (ruhun ölüm ve yeniden doğuş döngüsünde sürekli dolaşması), “Mokşa” (veya Nirvana, ruhun samsara döngüsünden çıkıp nihai kurtuluş ve özgürleşmesi) ortaya çıkıyor. Hint dinlerindeki üst tanrılar Brahma, Vishnu ve Shiva.
Hint dinlerini özetlemek çok zor, hem geçmişini, hem de yakın tarihini. Vedanta var, Advaita Vedanta var, sonradan çıkmış Janizm var. O yüzden kısa kesmek zorundayım. Ama önemli olarak şundan bahsetmeliyim. Hint felsefesinenin temel modeli seramik model de değil, organizma modeli de. Buradaki evren modeli bir “drama modeli.” Bu model evreni Tanrı'nın kendisiyle oynadığı bir saklambaç oyunu (“Lila”) olarak görüyor. Bu anlayışa göre, Tanrı kendisini unutur ve bireylerin her birinde farklı bir benlik gibi davranır (“Maya”). Ancak her birey, aslında evrensel gerçeklik (Atman) olan Tanrı'nın bir parçası. Hayat, bu oyunun bir parçası olarak deneyimlenir; insanlar hazır olduklarında “uyanır” ve evrensel benlik olduklarını fark ederler (bu konuda daha detaylı bilgi için, Alan Watts üzerine yazdığım yazıya bakabilirsiniz, link.)
Hint coğrafyasında, milattan önce 6. Yüzyılda, Siddartha Guatama’nın (Buda) bir incir ağacının altında Nirvana’ya ulaşmasıyla Budizm başlıyor. Budizm’deki temel ilkeler “Anicca” (her şeyin geçiciliği), “Dukkha” (acı; hayat tatminsizlik ve acı doludur), “Anatta” (benliksizlik, sabit bir “ben”in olmaması). Budizm sekiz aşamalı bir yol (Dharma) öneriyor ve asıl amacı Nirvana’ya ulaşmak. Budizm sonrasında Çine geçiyor ve Taoizmle bir füzyon yapıp “Chan Budizmi” doğuyor orada. Yine benzer şekilde Chan Budizmi Japonya’ya geçtiğinde adı Zen Budizmi oluyor. Budizmin bütün türlerinde meditasyon, farkındalık (mindfulness) ve anda olmak çok önemli; Tanrı, bu inançta çok önemli bir yere sahip değil.
Görüldüğü üzere, Çin ve Hint kıtasındaki Tanrı kavramı Mezopotamya’da doğmuş büyümüş olan inançlardakinden oldukça farklı. Ama bu demek değil ki semavi dinlerde buna benzer inançlar hiç yok. Tam tersine, din dediğimiz olgu hem kendi içinde çok kompleks ve farklılıklar arz ediyor, hem de zaman içinde değişiyor. Bir önceki yazımda (link) çok kısaca bahsetmiştim dinlerin neredeyse tamamında olan “varlığın birliği”ne dair düşüncelerden. Buradan kısaca panteizm ve panenteizmi kısaca tanımlayıp, sonra ben nerede duruyorumu anlatarak yazımı bitireyim.
Panteist inancı kabaca tanımlayacak olursak, evrenin her bir parçası Tanrı’nın bir parçası veya yansımasıdır ve Tanrı evrenden ayrı bir varlık değildir. Panenteist anlayışta evren Tanrı’nın bir parçasıdır, ama Tanrı evrenle sınırlı değildir. Tanrı’yı bölünemez kabul edersek aslında bu iki anlayışta “varlığın birliği”ne denk geliyor. Yani Tanrı’dan başka varlık yok; evren ya bir yanılsama, ya bir tecelli, ya bir “mümkün varlık,” vs. Bu yazı uzunca oldu, umarım bir sonraki yazımda değişik dinlerdeki varlığın birliğine dair düşünceleri detaylandırabilirim. Çünkü son yazımda bahsettiğim değişik dinlerden değerli insanların düşüncelerini anlamak bence insana çok şey katıyor (ben de yüzeysel biliyorum ama bildiğim kadar anlatabilirim).
Peki, bütün bu yazdıklarımdan sonra, ben nerede duruyorum? Benim inancım nedir?
Ben kendimi bir görüşle sınırlandırmak istemiyorum, her görüşte bana güzel gelen ve uymayan yönler var. Belki de bu inançların hepsi birden doğru, tıpkı bir elektronun süperpozisyonu olması gibi. Öncelikle ben Tanrı’nın bilinemez (gayb) olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla O’nun hakkında söylediğimiz şeylerin hepsi, O’nun kendisi değil, O’na işaret eden birer metafor. Metaforlardan, negatif teolojiden (yani, Tanrı o veya bu değildir) ve kelimelerle ifade edilemeyecek hissi deneyimlerden başka bir araç yok elimizde Tanrı’yı anlamak ve Tanrı konseptimizi oluşturabilmek için. Bizim kelimelerimiz ve anlatılarımız mikroskopik (atom altı, quantalar, enerji, sicimler) ve makroskopik (galaksiler, kara delikler) varlıkları bile betimlemeye yetmiyor, oralarda sadece manasız matematiksel eşitlikler yazabiliyoruz; hal böyleyken, nasıl onların fevkinde olan Tanrı'yı kelimeler ve anlatılarla anlayabiliriz?
Ama inancım hakkında söyleyebileceğim şeyler de var tabii ki. Ben, egemen ve yargılayıcı Tanrı’yı aklıma yatıramıyorum; benim kafamdaki Tanrı konsepti daha içsel, daha az mutaşahhıs bir konsept. Bahsettiğim dört evren modelinden (seramik, tam otomatik, organizma ve drama) bana en yakın geleni drama modeli. Ben varlığın birliğine inanıyorum (bir önceki yazımda anlattığım gibi, link) dolayısıyla benim Tanrı inancım panenteizme yakın. Ama anatheizmin de, olasılıkçılığın da, deizmin de, ignostisizmin de, teizmin de, Zen budizmi gibi bir nonteizmin de beni çeken tarafları var.
Ben bir müslüman olarak büyüdüm; en iyi anladığım, kendimi en güzel ifade ettiğim ve dolayısıyla kendimi en yakın gördüğüm “dini dil,” İslam. Ben zaten dine Reza Aslan gibi bakıyorum: “Din sembol ve metaforlardan oluşan, inananların kendileri ve birbiriyle iletişim kurmasını ve anlatılamaz inanç deneyimlerini yaşamasını sağlayan bir dilden başka bir şey değil.” Dolayısıyla İslam’da bulduğum vahdet-i vücud ve vahdet-i mutlak düşünceleri bana çok yakın geliyor. Yunus Emre’nin, İbni Arabi’nin (bkz, bir yazım, link), Molla Sadra’nın, Sühreverdi’nin, Şüşteri’nin görüşleri benim içinde çok güzel yankılanıyor. Tabii vahye ve peygamberliğe bakışım İslam'daki ana akımdan çok daha farklı (bundan önceki yazılarımda bahsettim, belki sonraki yazılarımda biraz daha açarım) ama bunun benim için önemi yok. Çünkü başkalarının beni ne diye adlandırması umurumda değil; zaten ben de kendimi adlandırmaya çalışmıyorum, sadece daha iyi anlamaya çalışıyorum. Bu yazıları yazma sebebim de o zaten.
Kendimden de bahsettim, o zaman bu benim iç yolculuğumu anlatan dokuzuncu yazım oldu.
Eyvallah.
-İsa Hafalır
30 Yorumlar
Çoğu yazınıza sürekli ve istikrarlı bir biçimde muhalefet etsem de, oldukça doyurucu ve resmin (görüşlerin) çoğunu tarafsız sunan bir yazı olmuş. Elinize sağlık, yiğidin hakkını vereceksin.
YanıtlaSilEyvallah.
YanıtlaSilBir sonraki yazınız İsa bey bence, hangi yöntem üzerine olmalı. Buna dair bir kısım düşüncelerim şunlar. Malum dağa giderken başka denize giderken başka kılıkla gidiyoruz. Veya bir gurmenin bir yiyeceği tarif etmekteki meziyeti ile elbetteki lezzetinin de farkında olan diyetisyenin kalori dökümündeki becerisi farklı.
YanıtlaSilBuradan yola çıkarak diyebilirim ki Tanrı ve inanç konusunda birçok meslekten, mizaçtan insanlar konuşmuşlar. Bu anlamda beşeri tecrübeye, birçok fakültesi olan büyük bir üniversite gözüyle bakılabilir. Çok itiraza konu olacağını düşünmediğim makul yaklaşım, bence bu bölümlerin birbirini yok sayamayacak olmalarıdır. Din, felsefe, bilim, tasavvuf ehli, kelam ehli, mistik ehli, filozof ehli vb, doğru ve yanlışlarıyla hepsi birer bölüm, öne çıkan isimler de birer bölüm başkanı.
Bireysel olarak, bunu gözlemleyen bizler de (yanlış bir bölüme girmediğimiz varsayımıyla) kendi çapında öğrenciler gibiyiz. Dolayısıyla bir taraftan kendi kabiliyetimizin avantajlarını kullanırken diğer taraftan bunun dezavantajlarının olup olmayacağını göz önünde bulundurmalıyız. İnsanın doğasına karşı koyması çok zor, yırtıcı bir hayvanın hayata bakışı sert, küçük bir kuşun ise belki naif olacaktır vb. Ama bununla birlikte eksikliklerinin farkında olması mümkün.
Dolayısıyla (küçük bir eleştiri ile birlikte) şu sonuca varmaya çalışıyorum, bu inançların hepsi birden doğru olamaz veya olmamalı. Ama bir doğrunun, (doğru oldukları nispette) bir veya birkaç yönünden, doğruluk taşıyan birer tarif edicileri olabilirler.
Tabi burada doğru kısmı, yanlış kısmı ayrımını yapmak durumunda kalacak olan bireysel tecrübe ve o noktada da insanın kendine karşı dürüst olması gerekiyor. Yoksa biz bize kaldığımızda, çoğunlukla mesele senin dediğin benim dediğime dönüyor.
Aslında özü itibariyle dönmemesi gereken bir mesele. Herkese ait olan, ötekisinin tekelinde olamayacak bir gerçeği arıyoruz sonuçta. İlk yorumumu subliminal bir mesajla bitireyim:)
Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk edin, işte bu doğru bir yoldur. (Zuhruf;64)
Dini inancın temelleri nelerdir, onlar rasyonel açıdan doğrulanabilir mi?
YanıtlaSilTanrı’nın varlığına ilişkin inanç, entelektüel açıdan haklı mıdır?
Tanrı’nın var olduğunu akılla bilebilir miyiz?
İman ve akıl arasında ne türden bir bağ vardır?
“kalbin, aklın bilmediği nedenleri vardır.” (Pascal)
“saçma olduğu için inanıyorum."
"Bizim İsa Mesih’ten sonra meraka
ihtiyacımız yoktur." (Tertullianus)
"Doğru ya da yanlış ile ilgili soru, onun inancının ortaya çıkışıyla ilgilidir, konusuyla değil; inancın ne olduğuyla değil, kişinin onu nasıl elde ettiğiyle ilgilidir; inancın doğru mu yanlış mı çıkacağıyla değil, kişinin elindeki gibi delillerle inanmaya hakkı olup olmamasıyla ilgilidir." (Clifford)
“anlamak için inanıyorum” (St. Augustinus)
(Alıntıdır, R.Alpyağıl, Din felsefesi)
Onlara hem âfâkda (kendi dışlarındaki âlemlerde), hem de kendi nefislerinde(enfüsde) delillerimizi göstereceğiz; tâ ki onun (o Kur'ân'ın) gerçekten hak olduğu onlara belli olsun!
(Bu hususta) Rabbin yetmez mi ki, şübhesiz O, herşeye hakkıyla şâhiddir. (Fussilet;53)
Ve hani İbrâhîm: “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. (Rabbi ise:) “Yoksa inanmadın mı?” buyurdu.
(İbrâhîm:) “Hayır (inandım), fakat kalbimin mutmain olması için (istiyorum)” dedi. (Bakara;260)
Mûsâ ta'yîn ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi ona hitab buyurunca: “Rabbim! Bana (kendini) göster; sana bakayım!” dedi.
(Rabbi) buyurdu ki: “(Sen) beni (bu dünyada) aslâ göremezsin; fakat dağa bak, şayet (o)yerinde durabilirse, o takdirde (sen de) beni görebilirsin!”
Derken Rabbi dağa tecellî edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayılarak (yere) düştü!
Nihâyet ayılınca: “(Rabbim!) Seni her noksanlıktan tenzîh ederim! (Bu talebimden dolayı) sana tevbe ettim ve ben îmân edenlerin ilkiyim!” dedi.(A'râf;143)
Mynetten hallice bilgilerle felsefe yapabilecek değilim, ancak bu konularda söz etmenin de bir mahsuru olmaz sanırım.
YanıtlaSilİlk yorumumda, bu konuda yüzlerce meslek ve mizaçtan insanın fikir yürüttüğünü, bu ortak tecrübenin büyük bir üniversiteye benzetilebileğini, bireysel olarak birine yatkınlık taşıyabileceğimizi ama bunun olası eksikliklerimizin farkında olmamıza engel olmayabileceğini söylemeye çalıştım.
Elbette, yüzlerce düşünürden binlerce veciz söz alıntılanabilir. Fakat değinmek istediğim nokta açısından belki yeterli olacaktır.
Başkaları için değil, kendi adıma ulaşacağım bir yargı için az çok konuya bakışımdan emin olmalıyım. Muhtemelen yatkın olduğum metodu da geçmişim belirliyordur, bunun da farkında olarak.
Bir kere dersine girdiğim bu hocalara rezervim olsa da, onların söylediklerini anlamalıyım, içeriğine nüfuz edercesine.
Yanlı bir öğrenci olarak öyle anlaşılıyor ki bu hocalarımı bu konuda birbirinden farklı kılan şey, temelde akla, sezgiye, şüpheye ne kadar yer verdikleri.
YanıtlaSilBenim durduğum yerden kasdedileni anlasam da saçma olduğu için inanıyorum demek doğru değil. Belki samimi ama gerek kendimi gerek başkalarına yeterli gelmeyecek bir söz. Doğru bir tesbit olur mu bilmem, inancı duyguya sezgiye hapsetmek olur. Bunun teslimiyet olduğunu düşünmüyorum.
Tersi bakış açısının da, yani mutlak kesinlikte bir Tanrı arayışının da, insanı aşırı şüphenin, salt aklın ipoteği altında bırakacağını ve aranan Tanrı'nın her zaman, bir miktar (derecesini bilemiyorum) gaybi olduğunu, zatına dair düşünmenin bir yerden sonra, dünyanın en akıllı ve özgün düşüneni için bile boşa çaba olarak görülebileceğini düşünüyorum. Bir yerden sonrası ilham, lütuf, sezgi öyle birşeyler olmalı. Kafamdaki Tanrı gizlenen ama bilinmeknisteyen bir Tanrı. Eğer bu böyle olabilir demek mümkün ise, bu gizlilliği kesin değilsin diye ona karşı kullanmak adil veya doğru olmaz gibi geliyor.
Sonuç olarak aklı kullanmak, şüpheye yer verdiğinde durması gereken yeri bilmek bana doğru tutummuş gibi geliyor.
Şüpheci ya da kesinlikçi biri buna, hayır, sen sorulardan kaçıyorsun, gözünü kapıyorsun diye bakabilir.
Ama bu kaçmak değil kanımca, yukarıda belirtilen bir miktar belirsizlik, bu dünyaya ait olma, dinin iddia ettiği nefis ve şeytan gibi vb unsurlar da göz önüne alındığında, ihtiyatlı tutum olarak da görülebilir.
Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa, onların hepsi birlikte elbette îmân ederdi. (Yunus;99)
Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize zinet yapmıştır. (Hucurât;7)
https://www.google.com/search?client=opera&q=madde+ve+mana+saffet+murat+tura+pdf&sourceid=opera&ie=UTF-8&oe=UTF-8
YanıtlaSilPaylaşım için teşekkürler fakat link ben de açılmıyor. Makinenin cevap vermesi uzun sürdü vs diyor.
SilŞimdiye kadar ki kısım, akıl ve sezginin, birbirine karşı üstün veya eksik yönleri var mıdır diye özetlenebilir.
YanıtlaSilBazen bir filozofun ruhun ölümsüzlüğü, hayat vb üzerine birkaç sayfa felsefi metnini okuyorsunuz mesela, sonra aynı konuda aşık Veysel'in iki mısrasına denk geliyorsunuz örneğin, o iki mısra (belki kişisel yatkınlıktan belki duygu barındıran gücünden kaynaklı olarak) uzun bir felsefi metne denk veya daha üstün gelebiliyor size. Tabi ben burada hep sezgiden yana tavır alıyor görünüyorum ama, esas amacım farklılıkları olabileceğini söylemek. Farklı sonuçları da. Aynı sonuca vardıklarında bile, biri daha kolay, diğeri daha zahmetli gibi bir durum da ortaya çıkarabilir.
Bir yandan, sezgiye çok mesafeli düşünürlerde var. Çoğu haram olan birşeyin azı da haramdır dercesine, birşeyde anlam (amaç) aradığınız anda, onu olduğu gibi göremezsiniz diyen bir noktadan bakıyorlar.
Ama sonuca baktığımda, ortaya nesnel birşey çıkıyor belki, fakat bana anlamsız gelen, anlamı bir yerde öldüren bir şekilde. Sulandırmak maksatlı söylemiyorum, mesela bir yumurta bana Tanrı nın, doğanın hediyesi iken, o hayvanın neslini devam ettirme güdüsüne, kanuna dönüşüyor vb.
Onlarda daha birçok menfaatleri ve türlü içecekleri de var. Hâlâ şükretmeyecekler mi? (Yâsiîn;73)
Ne ölçüde bilmiyorum ama felsefe de aslolan, salt aklı kullanmak, sorgulamak, şüpheci bir tutum izlemek gibi görünmekte.
YanıtlaSilDiğer taraftan tek tanrılı dinlerde bu doğru görülmüyor. Delillerden, düşünmekten bahsederken, diğer taraftan şüphe etmemekten bahsediliyor.
Teistik Tanrı, dogmatik olmamızı mı istiyor veya bizden beklenen pozitif ayrımcılık yapmamız mı?
Aklı kullanmanın da bir etiği, sınırı, yanlış bir kullanımı var?
Sorgulamak olası bir risk ise, sorgulamamak da bir koruma kalkanı sağlamaz mı?
Bir ayrım yapılabilir mi ve hangi kıstasa göre yapılabilir? gibi sorular akla geliyor.
Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? (Fâtır;37)
Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. (Âl-i İmran;60)
Önceki yorumlarımda Tanrı tasavvurumun gizlenen ama bilinmek isteyen bir Tanrı olduğunu ve Tanrı hakkındaki görüşlerin farklılaşmasında bakış açısının sonucu değiştirmekte olduğunu söylemiştim.
YanıtlaSilBunu daha sonra gizliliğe bağlayacak şekilde, bakış açısındaki farklılığın bir sebebi olarak buna nedenselliğin de (sebep sonuç ilişkisi) eklenmesi gerekiyor. Buna dair verilen karar, temel kanı, sonraki çıkarımlarımızı belirleyen belki en önemli unsur.
Örneğin tüm yaratılış, çok uzun bir yazı ve içindeki her bir harf veya kelime birer yaratılan olarak düşünüldüğünde, nedenselliğe bakışımız, sonradan ateizm, teizm, panteizim vb. adlandırdığımız sonuçların kaynağı oluyor.
Aynı yazının altında ve yazı boyunca teist, Tanrının imzasını görüyor. Yazı boyunca kullanılan mürekkep ve noktalama işaretlerini de yani nesnel bilimin bulgularını da Tanrıdan bağımsız sabitler olarak düşünmüyor. Bunların da yaratılmış olduğu, kudret ilim vb sıfatların tecellisi ve onlarla kaim (süregelen, ayakta duran) olduğu noktasından hareket ediyor.
Buna katılmayan diğer görüşler de, nedenselliği nasıl yorumladıklarına bağlı olarak sanırım İsa beyin dediği tam otomatik, seramik vb evren modellerine ulaşıyorlar.
Ve buyurduk ki: “Ey yer! (Artık) suyunu yut ve ey gök! Sen de (suyunu) tut!” (Bu ilâhî emir üzerine) su (lar) çekildi, iş bitirildi. (Hûd;44)
Nedensellik ile gizlilik arasında da şöyle bir bağ kurulabilir. Hatta bu gizlilik, Tanrısız bir açıklamada da mümkün.
YanıtlaSilMesela çoğu insan, şu an ben şu şu kanunlar sebebiyle, uzayda dönen, düşmeyen bir gezegenin üzerinde yaşıyorum diyerek yaşamıyor.
Biliyor ama malumat derecesinde, belki alaladeleşmiş, ülfete dönüşmüş bir şekilde. Bilim adamlarının ki gibi marifet şeklinde değil.
Bunun gibi teist açıklamada da sebep sonuç ilişkilerini yaratmasında kullanmakta olan Tanrının (belki bu şartlar altında murad ettiği imanın, daha değerli olması veya imtihan sırrı denen sebepten) her an her yerde olan tasarrufunun sürekliliği ve kapsamının büyüklüğü de, aşikâr bir şeyin saklı kalmasına, kendisine perde (hicap) olmasına sebep oluyor denebilir. Tasavvuf ehlinin çokluktan kinaye yetmiş bin perdeden geçtim demesi misali.
Yine bu durum, yani sebeplerin kendisine perde olması, insana şah damarından daha yakın olan Tanrının diğer taraftan ona çok uzak olmasının ve olması gerektiğinin bir açıklaması olarak görülebilir.
Celâlim hakkı için (denir) sen bundan bir gaflette idin: şimdi senden perdeni açtık, artık bu gün gözün keskindir. (Kâf;22)
İlk nedenin, O' nun zâtı ve sıfatları ile nedensellik hakkındaki yorum farklılıkları veya kanaatin, Tanrı ile evren arasındaki ilişkinin niteliğini/içeriğini (aşkın, içkin, hem aşkın hem içkin vb.) belirlediğini söylemek mümkün.
YanıtlaSilİbni Sina üzerinden o dönemin filozofları ile kelamcılar arasındaki görüş farklılıklarını çözümlemeye çalışan, başarılı bir makale. Bugünü anlamaya da katkısı olacaktır.
İSLAM DÜŞÜNCESİNDEKİ YOKTAN YARATMA VE KIDEM TARTIŞMALARI: KELÂMCILAR VE İBN SÎNÂ MERKEZLİ BİR İNCELEME
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/179842
Yukarıda son paylaştığım makaleden (burada işlendiği şekliyle ve bahsedilen yaklaşımlar ve kişiler özelinde) hareketle, şu çıkarımı yapmak mümkün gibi. Kelamcılar açıklamalarını aşkın (irade sahibi, evrenden yaratmasına ilişkin teması dışında, ayrık) bir Tanrı anlayışı üzerine bina ediyorlar (belki etmeliler de), fakat bazı noktalarda boşluk kalıyor olacak ki, filozofların itirazına konu oluyor.
YanıtlaSilDiğer taraftan filozofların ulaştığı bazı sonuç ve anlayışların kelamcıların itirazına konu olması da tepkisellikten ibaret değil gibi.
Aşağıda paylaşacağım link, bu boşluklar üzerine yazılmış, kelamcı çizgide güzel bir deneme. Fakat yazıya tam bir makale dili hâkim değil ve didaktik üslup muhtemelen rahatsız edici.
https://www.koprudergisi.com/bahar-2001/yaraticiyla-yaratilanlar-arasindaki-bagin-kurulmasinda-peygamberligin-onemi/
Muhtemelen herkesin fark ettiği üzere, Tanrı, inanç ve bir karara/kanaate varma noktasında din, felsefe ve bilimi birbirinden bağımsız kullanmak mümkün görünmüyor. Bilhassa başkaları için. Felsefenin acemisi olduğum gibi fen bilimlerinin de acemisiyim (hatta fen açısından tam bir kabiliyetsizim)
YanıtlaSilFakat nedensellik vb konulara girdiğinizde bunun altının doldurulması gerekiyor. Bu gayeyle aynı kişiye ait, (bence) bilimi manipüle etmeden (makul görülebilecek bir yorumlama ile) inançlı birinin perspektifi ile yazılmış iki yazı daha paylaşayım.
Bedenin Ötesinde: Beyin, Zihin ve Bilinç:
https://www.yunuscengel.com/bedenin-otesinde-beyin-zihin-ve-bilinc/
Nuraniyet ve Kuantum Alemi:
https://www.yunuscengel.com/nuraniyet-ve-kuantum-alemi/
İzm' lerin daha esaslı bir kritiği için geçmişten günümüze bütününe yakın bir birikim gerekiyor. Böyle bir vukufiyetim olmadığı için birçok şeyden habersizimdir de.
YanıtlaSilFakat gidilen yere yönlendiren yol levhaları misali, az çok bildiklerimizin veya duyduklarımızın genel hakkında fikir vermesi mümkün ise, yoruma devam edilebilir belki.
Çok uzun bir girişten, sözü de çok dolandırdıktan sonra amatörce bir değerlendirmede bulunayım:
Agnostisizm;
YanıtlaSilLinkini paylaşacağım makaleden yorumuma esas olacak olacak bir kaç alıntı:
Agnostisizm, bilginin ancak zihnimizin oluşturduğu güvenebileceğimiz konularla sınırlı kaldığını öne süren, dolayısıyla da mutlak varlık, Tanrı varlığının özü, temeli, anlamı gibi fizik ötesi konuları bilemeyeceğimizi savunan, bu anlamda Tanrı’nın bizden çok farklı olduğunu, bu nedenle de onun hakkında akledilebilir hiçbir şey söyleyemeyeceğimizi ifade eden, kısaca Tanrı’nın varlığı ya da yokluğunu bilemeyeceğimizi öne süren öğretiye denir. Bu öğretiye göre, ne teizmin iddia ettiği gibi Tanrı’nın varlığını ne de ateizmin iddia ettiği gibi Tanrı’nın yokluğunu kanıtlamaya gerek/imkân vardır.
Tanrı’nın varlığını bilmiyorsak neden varlığından bahsedelim? Neden varlığını bilmediğimiz bir şeyi olumlama ya da olumsuzlama yoluna gidelim? Çünkü söylemlere baktığımızda ateist veya teist aslında Tanrı hakkında bildiklerinden daha fazlasını söylemektedirler. Her ikisinin de olgusal anlamda kanıtları yorumsaldır. Bir ateist Tanrı’nın olmadığını aslında bilimsel anlamda bilemez. Teist için de durum aynıdır. Yani inançsızlık bir bilgi değildir; tabi bu durum olayın tersi içinde geçerlidir. Çünkü bilgi olduğunda inanmak ya da inanmamak gibi bir durum söz konusu olmaz.
Mehmet Aydın (...) Tanrı’nın varlığına inanmakla, tanrılığını kanıtlamanın birbirlerinden farklı şeyler olduğunu ve agnostisizmin haklı olabilmesi için aşağıdaki önermelerden birini kabul etmesi gerektiğini belirtmektedir. Aydın’a göre;
a) Tanrı’nın hem var, hem de yok olduğunu gösteren bir takım ipuçları vardır.
b) Tanrı’nın var ya da yok olduğunu gösteren hiçbir ipucu yoktur.
Agnostik (a) şıkkını kabul etmez. Var derse teist, yok derse ateist olacaktır. İkinci iddiayı da kabul edemez, çünkü bu takdirde kendi temelini yıkacaktır.
ATEİZM Mİ AGNOSTİSİZM Mİ? BERTRAND RUSSELL’IN TERCİHİ
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/803713
Öncelikle, agnostisizmin eleştirilen/eleştireceğim hususun farkında olmadığını düşünmek büyük bir hata olur. Makaleden çıkarımım agnostisizmin bir cevap değil, eleştirildikleri noktanın farkında olarak açıkça takındıkları bir tutumdur. Başkalarına tavsiye ettikleri de budur. En azından, bu tutumu anlasalar bile kârdır der gibiler.
YanıtlaSilDini bir terminoloji ile söylersek Tanrının varlığı hususunda kabul ve tasdikleri yoktur, temel görüşleri kapsamında olamaz da. Fakat düşünce ve mantıklarının bir gereği olarak felsefi anlamda Tanrı olabilir de olmayabilir de diyorlar. Kasdettiğim ikircikli bir tutum takındıkları değil, kanaat veya varsayımlarının bunu gerektirdiği.
Bir uzlaşı, ortak nokta arayacak olursa inançlı bir kişi bu görüşten herhalde şu olur. Üzerinde konuştuğun şeyin bir inanç olduğunu ve kanıtlanabilir olmadığını unutma, olurdu. Fakat buna karşılık kendilerine unutmadım ve kanıtlanabilir olduğunu da iddia etmedim denebilir. İnançlı bir insan, Adam Smith in görünmez eli gibi birşeyden bahsediyor olabilir, bu, bu kavramın arkasına saklanmak değil, tabiatının öyle olduğunu söylemek.
Dolayısıyla agnostisizm de (belki bu sorgulama yapılmıştır, bilmiyorum) kanıtlanabilirlik hakkında agnostik bir tutum sergiliyebilir ve buna Tanrı mefhumunu zaten ispatlanamaz bir alana mı çekiyorum, bunu kasıtlı mı yapıyorum yoksa bu katılıkta bir ispat arayışı mantığın/mantığımın gereği midir şüphesiyle yaklaşabilir.
De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir. (İsrâ;84)
Deizm;
YanıtlaSilİnternetten bir tarama yaptığınızda, bir dönem gündem olduğu için genelde diyanet camiasının ülkemizde öyle birşey söz konusu değil, olsa da dinimize uygun değil tutumundaki yazıları çıkıyor.
Konu hakkında, işleyiş ve eleştirilerinde daha başarılı bulduğum bir çalışma ise şu:
Tarihsel ve Teolojik Açıdan Deizm ve Eleştirisi
https://www.misbahdergisi.com/wp-content/uploads/2022/02/4-Tarihsel-ve-Teolojik-Acidan-Deizm-ve-Elestirisi.pdf
Bu makalede sunulan altyapıdan hareketle benim yorumum/çıkarımım şu olur:
YanıtlaSilBugün konuşulduğu şekliyle bir daha yüzeysel bir deizmden, ikinci olarak teolojik, felsefik temeller anlamında yelpazesi çok geniş bir deizimden.
Bu yelpazede teist olanda var, doğal din anlayışı derken bir taraftan vahyi gerekli gören görmeyen, ahirete inanan inanmayan şeklinde uzanan yaklaşımlar da.
Popüler anlamıyla deizm, yaşamak için yemeli, yemek için yaşamamalı vecizesine benziyor. Felsefi olarak mı deistim, deizmle anılan bir yaşam tarzını anlamlı bulduğum/benimsediğim için mi deistim der gibi.
Bunu özellikle toy olduğumuz genç yaşlarda yadırgamamak gerek. Sonuçta insanız ve örneğin o yaşlarda kütüphaneleri değil stadyumları dolduruyoruz veya üç beş arkadaş biraraya geldiğimizde hadi hayatın anlamını konuşalım demiyoruz. Yaş ilerledikçe bir anlam, erdem, fazilet arayışı oluyor genelimiz için.
Deizimin iki çeşidinden söz edilebileceğini söylemiştim. Birinci çeşidinin arızi (geçici) bir durum olabileceğini, zamanla kendini sorgulayacak olan insanın ama teizim ama ateizm vb. lerini tercih edebileceğini düşünüyorum.
YanıtlaSilFelsefi türünde ise buluşabileceğim ortak nokta akla mutlaka yer vermek, din adına konuşanları ve söylediklerini sorgulamak, vahyin gözetimi/koruyuculuğu altında doğal olanı okuma gayreti içinde (Yaratan Rabbinin adıyla okumak) olmak vb.
Panteizm ve panenteizme geçmeden önce, Tanrı tasavvurlarının neden farklılaştığının arka planını resmedilebilecek güzel bir makale:
YanıtlaSilAKILCI İNANÇTAN İNANÇLI AKLA: DEİZM VE
PANTEİZM KISKACINDA EINSTEIN’IN TANRI
ANLAYIŞI
https://dergipark.org.tr/tr/pub/bilimname/issue/54655/697552
Yukarıdaki makaleyi okurken kendimi şu sorularla oyalanırken buldum.
YanıtlaSilTanrı hakkında kendimden yola çıkarak çıkarımda bulunmak illaki antropomorfizm (insanlaştırma, kişilselleştirme) olmak durumunda mıdır? Eğer insan öğrenen, algılayan ve şuurlu bir varlık ise, onu da küçüklüğü ile bereber Tanrıya muhatap yapan zaten bu ise, eli ayağı var demeden (doğmamış ve doğurulmamış) Tanrı hakkında konuşması, fikir yürütmesi mümkün değil midir?
Ve Ademe bütün esmayı (isimleri) ta'lim eyledi, sonra o âlemîni melâikeye gösterip «Haydin davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin» buyurdu. (Bakara;31)
Eğer mümkün ise insan eline küçük bir kuş aldığında Tanrım naiftir, yerdeki bir keçi yavrusunu kapan kartalı gördüğünde Tanrım zalimdir, baharı görünce Tanrım neşedir, uyanıştır, kışı görünce Tanrım her canlının kolunu kanadını kıran ölümdür mü diyecektir?
Celalli ve Cemali bunların hepsi midir diyecektir. Eğer hepsi ise yeryüzünde bir nevi zatıyla, kendisi olarak mı tezahür etmektedir (evrende bu anlamda mı içkindir) yoksa mahiyetini, vasıflarını en iyi kendisi bilen Tanrı, vasıflarının bir teması, tecellisi ile mi âlemde tezahür etmektedir?
Herakleitos aynı nehre iki kez giremezsin demiş, nehirdeki suya tecelli eden (yansıyan) Güneş aşkın mıdır? Yoksa nehrin içinde midir? Zatıyla dışında ama temasıyla içkin midir? Nehirdeki her su damlası Güneşin kendisi midir? Yoksa hissesine düşen bir küçük parıltı mıdır?
Bilim evreni oldukça iyi açıklıyor, genelde bir faili olmadan. Evreni müstakil bir aklı, bilinci, iradesi olmayan kimi milyarlarca yıldır tekrar eden kanunlar ve sonrasında determinist diğer sebep sonuç ilişkileri mi yönetiyor?
YanıtlaSilYoksa görünmez bir âlemden görünür bir âleme geçmeyi irade eden Tanrı, bu nedensellikler ile mi iş görüyor? Geniş anlamıyla bu nedensellikler, bir tasarruf şekli mi yoksa Tanrının da uymak zorunda kaldığı bağımsız zorunluluklar mı? Tekrar nehir metaforuna dönülürse, Tanrı da herşeyle birlikte akıyor mu? Zamandan münezzeh olan Tanrı öyleyse zamansal mı? Hadis, sonradan olma diye bir kavram söz konusu ise, sonlu varlıkların irade edildiği an ile sonrası arasındaki zamanın ölçülememesi, kavranamaması, zaman da bir mahluk iken onu da zamansız, ezeli yapmaz mı? Üzerine güneş doğmayan ve batmayan, kimileri tarafından sadece ilk devinimi başlatan bir Varlık, başlattığı şeyin tâbisi olur mu? Olur ise tanrısal olmaktan, kutsal bir töz olmaktan öteye geçmemesi bir noksanlık olur mu? Ellerimizi açmaya, sevmeye, itaat etmeye gerek var mı? Beni kim duyar? Kime, neye dönerim? Döndüğümde sadece bir akıl, bir çeşit yapay zeka ile mi karşılaşarım? Bundan kuru bir hayranlıktan başka bir şey çıkmıyor demek hatalı olur mu? Karşılaşsam ne karşılaşmasam ne desem küstahlık olur mu? O, bunu farkeder, bana gücenir veya kızar mı veya kendisinin sebebi ve sonucu olduğu bir oluşun, sürecin nankörü olur muyum?
Sanırım felsefi düzlemden uzaklaşmış hislerimi karıştırmış olabilirim. Toparlamak üzere son iki yorum şöyle özetlenebilir? Varlık hakkında insan kendi üzerinden çıkarımda bulunabilir, bunda büyük bir mahsur olmasa gerek. İkincisi neden sonuç ilişkileri, evren, tabiat için nedensellikle çatışmayan bir açıklama mümkündür. Bu imkânı daha ileride açabilirim. Şimdilik kısaca şu denebilir, varlıklara temas eden aşkın Tanrı, aynı mekanizma ile (güneş ve tecellisi metaforu) eşyaya ve onları teşkil eden atomlara, atom altı parçacıklara vblerine temas edebilir, mekandan münezzeh olarak, bir yerde iken her yerde, her bir şeyin içinde, icadında bulunabilir. Bu kanitlabilir (deneysel) olmasa da aklen muhal değildir. Bu mümkün görüldüğünde ise süreç felsefesi vb nde ifade edildiği şekliyle aşkın, evrenden teması dışında ayrık bir Tanrı donuk bir Tanrı olarak görülmek durumunda olmaz, tersine her an bir faaliyette, yenilikte, dinamizmde olur.
YanıtlaSilTanrı tasavvurlarını en azından kişinin kendisi için netleştirebilecek üçüncü bir temel kanı, varsayım varlıkların bir terkip ve mümkin de olsalar, cüzi de olsa verilmiş/oluşmuş bir gerçekliği olup olmadığı, insan özelinde ise kendisine bir irade, seçim atfedilip atefedilemeyeceği noktasındadır.
Bunlar hakkında verilecek temel kararlar, kişinin kendisi için bir tercih sebebi, başkaları için ise o felsefi görüşü yanlışlama, eleme medeni olabilecektir.
Panteizm;
YanıtlaSilPanteizm, tanrı tasavvurudur. Diğer tanrı tasavvurlarında olduğu gibi tek bir tanım yapmak imkânsızdır.
Panteizm, âlem tanrı birlikteliği üzerine kurulmuştur. Kâinattaki bütün mevcudatın, Tanrı’dan bir parça olduğu kabul edilir.
Panteizmde, Tanrı’nın mahlukatı yaratması diye bir şey yoktur. Mevcudatın var olmasında Tanrı etkin (hür) sebep değildir. Evrenin var olması zorunlu olarak Tanrı’dan neşet etmiştir.
Evrendeki her şey birbirine bir illet ile bağlanmıştır. Her bir illet başkasının nedeni olmuştur. Bu nedenler zinciri içerisinde varlık var olmuştur. Bu varlık, bir zincir içerisinde tek ontolojinin etrafında var olmuştur. İşte bu düzen tanrı ile birleşime götürmektedir.
Beyaz olan bir çiçeğin beyazlığı nasıl çiçeğin arazı ise ve aynı zamanda sıfatı ise, bu birliktelik var olduğuna göre Tanrı evren ilişkisi de buna benzemektedir.
Tanrı’nın sonsuz yüzü vardır. Bu sonsuz yüzler cevherdeki araza karşılık gelmektedir. Çiçek solsa bile, çiçeğin cevheri olan varlığı devam edecektir. Bu şekliyle âlemde Tanrı’dan başka varlık yoktur. Tanrı dışındaki varlıklar vehimdir.
(Kaynak: Batı Düşüncesinde Klasik ve Çağdaş Tanrı Tasavvurları adlı makale)
Bugün bu konuya oldukça vakit ayırdığım için kafada yoruldu. Bu yüzden panteizm eleştirisini kısa tutmaya çalışacağım.
YanıtlaSilBenim için herhangi bir anda, hangi geçmiş süreçlerin sonucunda ortaya çıkmış olursa olsun taşında, ağacında, insanında müstakil bir varlığı var. Yani eşyanın bir gerçekliği var denen şey. Dolayısıyla panteizm bunun tersini söylüyor ise, eşyayı bir hayal perdesine sarıyor ise, o görüşün doğru olduğunu düşünmek doğru gelmiyor. Ya basit bir aklım olmalı ya da çoğu insanda bulunan güçlü bir sezgi.
Panteist Tanrı sandığım gibi ise tıpkı zihin, bilinç tartışmalarında olduğu gibi canlı ama bilinçsiz bir varlık. Alim ama ilminin esiri, kudretli ama kudretinin esiri, Cemil ama güzelliğinin esiri, Celil ama celalinin esiri vb gibi, mahiyeti her ne ise onun esiri olan bir Tanrı. Yani zatı yok veya mahiyetine yapışık. Bunun sonucunda evren varlığını Tanrıya değil, Tanrının mahiyetine borçlu. İnsan olumlu ve olumsuz sıfatlarının esiri olabilir, doğru olmayan tercihlerde bulunabilir ama Tanrı nın sıfatları, mahiyeti söz konusu edilebilir ise onun bilinci bu sıfatlarının üstünde olmalı, her kararı müstakim olmalıdır.
Arazından (sıfatlarından) ayrı düşünülmeyen bir cevher diğer varlıkların kaynağı olabilir mi? Kulağa çok gelişmiş bir yapay zeka, android bir işletim sistemi gibi geliyor. Evrenin özellikle yeryüzünün geneline yayılmış bir anlam, duygu (rızık, sevgi, merhamet kasdı vb) görüyorsanız, yapay zekanın bunu başarabileceğini düşündüğünüz ölçüde bu felsefeye imkan vardır denebilir.
Bir başka eleştiri belki şu olabilir: cinayetler, savaşlar, açgözlülük, kurnazlık, hırsızlık, fuhşiyat vb insanlarda görülen bayağı hallerin sorumlusu var mıdır, kimdir. Evren, bilinçsiz (iradesiz) bir Tanrıdan sudur eden birşey ise sorumlu yoktur denebilir. Doğrusuyla yanlışıyla herşey bir oluştur. Eğer öyleyse böyle bir oluşu, varlıkları veya Tanrıyı birlemeye, herşeyi onun tezahürü görerek kutsamaya gerek var mıdır? İlk planda aklıma gelen eleştiriler bunlar.
Panenteizm;
YanıtlaSilSÜREÇ FELSEFESİNDE ONTOLOJİK PRENSİPLERİN TEMELLENDİRİLMESİ
https://acikerisim.deu.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12397/4400/73.pdf?sequence=1&isAllowed=y
SÜREÇ (PROSES) FELSEFESİ IŞIĞINDA TANRI - ÂLEM İLİŞKİSİ
İhttps://dergipark.org.tr/tr/pub/auifd/issue/71600/1152010
Türkçe aramalarda panenteizm olarak aradığınızda yeterli doküman çıkmıyor. Onunla yakından ilişkili süreç felsefesi olarak aradığınızda daha iyi sonuçlar çıkıyor. Henüz daha uzun olan ikinci makaleyi okumadım, ama ilk makeleye dayanarak bu görüş hakkında izlenimim şu:
Oldukça uzun olan makaleyi de okuyunca resim netleşti. Klasik teizm kadar Tanrı nın aşkınlığına vurgu yapan bir görüş. Farklı yorumları yoksa, önündeki pan (her) takısı panteizim gibi değil.
YanıtlaSilBurada her, herşeyin birliğinden değil süreç (değişim) içindeki birlikteliğinden söz ediliyor. İçkinlik, Tanrının evrende varlık olarak içkin olması değil, değişime dahil olma (karşılıklı bağlı olma, eşanlılık) anlamında bir içkinlik. Bu da çift yönü, kutbu olan bir Tanrı anlayışı ile temellendiriliyor. Asli, mutlak, değişmeyen Tanrı nın bilmedikleri de var, sürece dahil olan yanı ile bir taraftan o da öğreniyor gibi (açık gelecek).
Bu anlamda Tanrı, hür seçim (cüz i irade denebilir belki) için kendini sınırlamış oluyor. Bu dışarıdan bir etki olmadığı için de onun mutlak, soyut aşkınlığına, kemaline noksanlık getirmiyor denmek isteniyor. Dolayısıyla basite indirgemiş olmayacaksam Tanrı nedir den çok kader (süreç, nehir) nedir görüşü gibi.
Süreç içinde herşey birbirine bağlı ama bu, belli bir andaki hür seçimi dışlamıyor, Tanrı tüm imkanları, olasılıkları gören, iyi güzel olanı isteyen, ama buna zorlamayan ve sürece bırakan bir Tanrı, bu görüşe göre.
Klasik teizmin farkı, Tanrı seçimi orada da sürece bırakıyor ama süreçle birlikte öğrenmiyor. Bilmesi hür seçimi elinden aldığı anlamına da gelmiyor. İlim maluma tabidir, nasıl olacaksa öyle biliyor, öyle taalluk ediyor (sürece dahil oluyor) görüşü.
Bu kadar felsefi metin okuduktan sonra (bazen olduğu gibi) yine kapıldığım bir hissimi de paylaşmam gerek. Sanki bu filozoflar, düşünürler (ve ben) asli görevini unutup, Tanrı nın zihnine girmeye çalışıyoruz. X men filmindeki prof. X karakteri gibi. O zaman insanı, haddine mi duygusu kaplıyor. Zor soruları bırak, basit bir kaç cevap yetmez mi sana diyor içerden bir ses, eğer o doğru bir sezgi ise.
YanıtlaSilBazende bir gemide kaptan köşkünü merak eden çocuk kılığına giriyorum hayalen. Kaptan kendi çağırıyor gel, gör diye. O yokken gizlice odasına girmek, bunu sık sık yapmak gönle ağır geliyor.
Aklın gıdası derdi ayrı, kalbin gıdası derdi ayrı özetle.