Bilinçle beraber (bilinçle alakalı ve bilincin zor problemine dair yazılarım için bkz, 1, 2) en fazla ilgimi çeken konulardan birisi, özgür irade. İnsan kendi eylemleri ve seçimleri üzerine kontrol sahibi midir? Burada “ne kadar özgürüz” sorusundan bahsetmiyorum, özgürlüğümüz epsilon kadar bile olsa var mıdır sorusundan bahsediyorum.
Şu anki bilimin getirdiği anlayış determinist bir kainat. Üzerine kuantumu (yani olasılıkları ve bilinememezlikleri vs) eklemiş olmamıza ragmen, kainatın bir an önceki durumu, bir an sonraki durumunu, ya 1 olasılıkla (bu daha çok makro planda geçerli), ya da rastgele bir şekilde (bu daha çok mikro planda geçerli) belirliyor. Yani kör yasalar kainattaki tek iktidar sahibi bu görüşe göre. Buna henüz bir ters örnek bulabilmiş değiliz, bulsak bile yapılacak olan şey, teoriyi ve yasaları biraz daha genişletmek veya detaylandırmak.
Peki, benim şu anda klavyede hangi harfe basacağıma kim karar veriyor? Ben mi, tanımı nasıl yapılacaksa, bilincim mi; yoksa kainatın bir an önceki hali mi (deterministik veya olasılıksal olarak)? Ben, nedensellik yasalarına tâbi bir gözlemci miyim sadece; özgür irade sandığım şey aslında tamamen bir illüzyon mu? Yoksa gerçekten a veya b harfine basacağıma en azından etki eden “özgür iradem” diye bir şey var mı? Varsa nasıl oluyor da, kainatın işleyişi bilinçsiz varsaydığımız cansız objeler için deterministik (ben artık sadece deterministik diyeceğim artık, ama siz üzerine olasılıkları da ekleyin; olasılık olsa bile orada bilinçli bir seçim yoksa ben bir fark görmüyorum) olarak belirlenirken; bilinçli canlılara gelince, bu yasalar birden değişiveriyor?
Bu konuda Daniel Dennett’in başlıca savunucularından olduğu uyumculuk (compatibilism) görüşü var. Uyumculuk, determinizm ve özgür irade arasında bir uyum sağlamaya çalışan bir yaklaşım. Bu kişiler, evrenin deterministik olduğunu kabul ederken, aynı zamanda insanların özgür iradeye sahip olabileceğini savunuyorlar. Bu görüşe dair yaptığım okumalar beni tatmin etmedi. İşin açıksası, iddia ettikleri şeylerin altını dolduramıyorlar diye düşündüm.
Bir süre öncesine kadar özgür iradenin olduğunu düşünüyordum. Şimdi ise, kafam karışık. Kafamın karışık olmasının sebebi Libet’in deneyleri ve üzerindeki tartışmalar değil. Ana sebep, bilinç hakkındaki düşüncelerimin değişmesi. Bilinci tanımlanamaz (ineffible) bir düzlem olarak görüyorum; orada ortaya çıkan düşünceleri, hisleri, deneyimleri, niyetleri ise “kendi kendine ortaya çıkıp, yok olan” şeyler olarak görüyorum. Bu şeyler nereden geliyor? Ortaya çıkmasını veya kaybolmasında “ben”im dahlim nedir? Hatta “ben” dediğim şey bile bilinçte ortaya çıkan bir şey. Bırakın seçim yapmayı, gözlemlemeyi bile ben yapmıyorum. (Sam Harris’ten ve onun kurduğu Waking Up uygulamasındaki podcast’lerden çok etkilenmiş olan) görüşüm, artık özgür iradenin illüzyon olabileceğine yakın bir yerde.
Özgür irade sadece bir illüzyonsa, bir bakıma hayattan tüm mânâ alınmış oluyor, çünkü bir sinemanın içindeyiz ve olduğunu zannettiğimiz “dahlimiz,” aslında yok. Ama bir bakıma da, bu çok güzel bir sinema ve hâlâ yaşamın tadını çıkartabiliriz. Hatta, özgür iradenin olmadığı durumda, değişik bir “mutlak tevekkül”e ulaşabiliriz. Çünkü geçmişte olan şeyler başka türlü olamazdı (en azından bilinçli tercihlerle değiştirilemezdi), dolayısıyla pişman olunacak, veya üzülünecek bir şey yok. Ve gelecekteki şeyler konusunda yapabileceğimiz bir şey yok, dolayısıyla endişelenecek bir şey yok. Tek yapmamız gereken, önümüzdeki sinemanın keyfini sürmek.
Burada “determinizm” ile “fatalism (kadercilik)” arasındaki farktan da bahsetmemiz gerekiyor. Özgür irade bir illüzyon bile olsa, benim, yoldan geçen bir arabanın önüne atladığım ve atlamadığım durumlarda olacak olanlar birbirinden çok farklı. Yani kaderciliğin aksine, determinizmde sonuçlar sabit değil ve önceki olaylara bağlı. Yani filmi izlerken, seçimler illüzyon diye bir aptallık yapmanın manası yok.
Son olarak, özgür iradenin bir illüzyon olması durumu, insanların hatalarına veya suçlarına daha az yargılayıcı yaklaşmamızı gerektiriyor. Bu, tabii ki, insan öldüren bir katili, yapabileceği bir şey yoktu deyip hapse atmamak manasına gelmiyor (bkz, determinizm ve kadercilik arasındaki fark); ama özgür iradenin yokluğu o kişiye nefretle değil, soğukkanlılıkla bakmamızı sağlayabilir.
Ama son tahlilde, bu yazıyı ister özgür irademle, ister bilincimde kendiliğinden ortaya çıkan düşüncelerin aktivasyonu ile yazmış olayım; bu yazıyı yazmış olmaktan mutluyum. Ve asıl önemli olan, bu mutluluk.
-İsa Hafalır
Not: Bu yazıyı yazarken, ChatGPT’den faydalandım.
18 Yorumlar
https://sorularlarisale.com/cuz-i-ihtiyarinin-ussul-esasi-olan-meyelan-maturidice-bir-emr-i-itibaridir-abde-verilebilir-fakat-esari-ona-mevcut
YanıtlaSilhttps://www.yunuscengel.com/bedenin-otesinde-beyin-zihin-ve-bilinc/#comment-6023
YanıtlaSilBir açıdan dini felsefi farklılıklarımızı da özetleyen büyük bilmece, düğüm, temel ayrım veya çatışma. İki ülke arasındaki sınır kapısı gibi. Üç beş metre öteye geçtiğinde inanç ülkesine geçmek gibi ya da tersi. Toprağa elementler yığını gibi bakmak veya ana rahmi gibi, suya ab-ı hayat demek veya H2O dan ibaret bilmek gibi vb.. Evren, kainat maddi bir beden, hayat canlılık ise ondan süzülmüş ince bir anlam. Bedenim de benim evrenim, ben dediğim,varım dediğim şey de ondan süzülmüş. Varla yok arasında, mevhum belirsiz bir malikiyetim var. Ya da maddeye indirgersem elimde kalan yapay birşey, canlı anlamlı gibi gözüken bir taş kadar maddi olmayan fakat yerçekimi, elektrik gibi daha latif görünse de, elle tutulabilir birşey olmasa da neticede maddi, fiziki olarak açıklanmaya çalışılan birşey. Ama şu kesin sanırım maddi veya değil ben dediğim şeyde hiç bir emeğim yok, her durumda verili bir şey. Ya Rabbin verdiği, ya evrenin. Bana kalan, elde kalan sadece tevazu. Çoğu zaman yapmak isteyip de yapmaya muvaffak olamadığım..
YanıtlaSilİrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-ü ihtiyariyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibarîdir. Fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır.
YanıtlaSilEne, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meşum nazarı ile mânâ-i ismî cihetiyle baktığı için, güyâ buhar-misâl o ene temeyyü’ edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyâta tevaggul sebebiyle güyâ tasallûb ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile, o enâniyet, tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffâfiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar.
YanıtlaSilİ’lem eyyühe’l-aziz! Otuz seneden beri iki tâğut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ene’dir, diğeri tabiattır. Birinci tâğutu gayr-ı kastî, gölgevâri bir ayna gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.
YanıtlaSilİkinci tâğut ise, onu İlâhî bir san’at, Rahmânî bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca bir ilâh olur. Maahaza, o tabiat zannedilen şey, İlâhî bir san’attır.
Ene’nin iki veçhi vardır. Bir veçhini nübüvvet almıştır, bir veçhini de felsefe almıştır.
YanıtlaSilBirinci vecih, ubudiyet-i mahzaya menşedir. Mahiyeti harfiye olup müstakil değildir. Vücudu tebei olup aslı değildir. Malikiyeti vehmi olup hakiki değildir. Vazifesi Halıkın sıfatını fehmetmek için bir mizan ve bir mikyas olmaktır. Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mayi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Halıkın evamirine mübarezeye başlar. Küçük alemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kainatta tabiata benziyor. İkisi de tağutlardandır.
Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.
YanıtlaSilHem çürük bir esasın, "Herşey kendi nefsine mâliktir" diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına katî bir delil şudur ki:
YanıtlaSilEsbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesinden yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren, yalnız meşkûk tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir?
Ruh bir nurânî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir nâmustur, şuuru başına takmış.
YanıtlaSilBu mevcud ruh, şu mâkul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.
Sabit ve hem dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emr, hem irâde vasfından gelir.
Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i latîfeyi o cevhere sadef eder.
Eğer envadaki kanunlara kudret-i Hàlık vücud-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur.
Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.
Bu konu üzerinde bir de şöyle düşünmek mümkün mü acaba? Nefis, akıl, kalp, irade, ruh, zihin, bilinç bunlar müstakil şeyler veya bütünleşik, bu ayrı bir mevzu sanırım. Bunun/bunların mahiyetinden ziyade mevcut olup olmadığına odaklansam, ama hayalî ama akli. Önce bir kaya parçası gözümün önüne gelse, bunların hiçbiri onda yok görünüyor. Bunların ortaya çıkması canlılık ile başlıyor görünüyor. Sonra bitkileri düşünüyorum, nefisleri , iradeleri yoka yakın. Varsa da toprağa sabitlendiğinden olsa gerek, belirgin değil. Kök salmak, sürgün vermek vb den ibaret benlikleri, hayvanlardaki gibi değil. Sonra bir belgeselde gördüğüm dişi aslan çetesi geliyor gözümün önüne. Tek başlarına avlamakta zorlandıklarından organize hareket ediyorlar, ikisi ceylanlari bir yöne sevkederken diğeri o yönde pusuda bekliyor. Genç, acemi, kolay olanı seçiyorlar avlarında. Bende hayalen konusuyorum içlerinden biriyle:) Abla diyorum az önce yaptıklarınız neydi diyorum. Yeme güdüsü ve akıl vs derken malûm şey oldu diyor. Tüm bu yaptıklarının farkında mıydın diyorum yoksa esiri miydin veya bihaber miydin o yeme içgüdüsü ve plan kuran aklından. Galiba farkındaydım diyor, dışında da degildim tamamen içinde de. Sonra en üst canlı olarak kendimi düşünüyorum, hayvanda böyle ise bende daha ileridir diyorum bu farkındalık. Bu farkındalık doğru bir gözlem veya sezgi ise, cebri, zorlayıcı bir durum yok sonucu akla geliyor. Benliğin, iradenin cebri, kaderci veya maddeci yorumundansa tamamen benin sorumlu olduğu mutezile görüşü daha zor görünüyor gözüme. O da aşırı farkındalık, ucb, gurur vs den kaynaklanıyor olabilir. Hayrı da insan kendi başarır, yapar düşüncesinin karşısına kader ve Allah in dilemesi çıkıyor.
YanıtlaSilhttps://dunyalite.com/2020/01/12/gozler-ruhun-gercek-aynasi/
SilBak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münasebeti, yalnız oturduğu mekânla ve ona karışan şeylerle vardır. Başka, kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. Çünkü, ne hayatı var ki hayatla alâkadar olsun, ne şuuru var ki taallûk etsin. Şimdi, bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına: Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatlarıyla öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz benim bahçemdir, ticarethanemdir.”
YanıtlaSilGörülmüyor mu ki, gözle görülmeyen hurdebinî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki, maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüt ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça, ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi, hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecellî ediyor.
YanıtlaSilHiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte câri olan namuslar, kanunlar, kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü, o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır; ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa, o namuslara, o kanunlara bir vücut taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki, hayat bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emir, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.
YanıtlaSilHani Rabbin, Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkarıp da onları kendilerine karşı şâhid tutmuştu (ve buyurmuştu ki:) “(Ben) sizin Rabbiniz değil miyim?” (Bütün ruhlar) قاَلُو بَلٰي (dediler ki:) “(Evet! Sen bizim Rabbimizsin!) Şâhid olduk!” Tâ ki kıyâmet günü: “Doğrusu biz bundan habersiz kimselerdik!” demeyesiniz. (A'râf suresi:172) Çocuklarda ebeveynleri zorlayan 2 yaş sendromu diye birşey varmış. Google aramasında belirtileri şu şekilde tarif ediliyor: "aşırı bir inatlaşma, sebepsiz ağlama krizleri, tutturmalar, sinirlenince kendine ya da başkasına zarar verme, ısırma, vurma gibi bir takım davranışlar görülür. Hatta bunların büyük bir kısmı, daha önce ya hiç yoktur ya da çok azdır. Ancak bu dönemde birden artmaya başlar." Bazen şu hisse kapılıyorum; kaç yaşında olursak olalım hala o sendromu yaşıyoruz; hayatın anlamı, Yaratan ve yaratılan ilişkisi anlamında. Belki de dini felsefi görüşlerin çoğu da bunun dışa vurumudur. Öyle bir niyet taşımasak veya farkında olmasak da kaçtığımız veya kaçındığımız şey; benin-Benle (Yaratıcısı ile, mecazi anlamda ebeveyni ile) çatışması belki de. Bittiğini, aştığını sandığımız, irademi teslim etmelimiyim etmemeli miyim diye yaşanan huzursuzluk, yetişkin sendromu adı belki de.
YanıtlaSilNefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Hadisin rivayetlerinde vardır ki: Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?"
YanıtlaSilNefis demiş: "Ben benim, Sen sensin."Azap vermiş, cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: "Men ene? Ve mâ ente?"
Nefis demiş: "Ente Rabbiye’r-Rahîm., Ve ene abdüke’l-âciz."
Trinity: Seni izliyorlar Neo.
YanıtlaSilNeo: Kimler?
Trinity: Sadece dinle. Neden burada olduğunu biliyorum. Ne yaptığını biliyorum. Neden az uyuduğunu? Yalnız yaşadığını ve her gece bilgisayar önünde neden sabahladığını biliyorum. Onu arıyorsun. Biliyorum, çünkü ben de bir zamanlar aynı şeyi arıyordum. Sonra O beni bulduğunda aslında Onu degil, bir yanıtı aradığımı söyledi. Bizi harekete geçiren soru bu Neo. Seni buraya getiren de bu soru. Soruyu biliyorsun? Tıpkı benim gibi.