Doğduğum köy bir sınır köyü. Üstelik yarısı sınırın ötesinde olan bir köy. Şimdilerde Gürcistan adı verilen o topraklar zamanında SSCB olarak anılıyordu, yani kısaca Rusya. Köyün ortasında bir dere akıyordu. Ve derenin bir tarafı –köyün içinde olmasına ragmen- Rusya diye adlandırılırken diğer tarafı Türkiye. Bir tarafta dostlar yaşıyordu, diğer tarafta düşmanlar. Bir tarafta iyiler yaşıyordu diğer tarafta kötüler. Bir yanda asil kanlılar diğer yanda kanı bozuklar. Bir taraf vatandı, diğer taraf vatana göz dikmiş düşmanın toprakları. Evet bu düşüncenin dünyama nereden geldiğini bilemem ama çocuk kalbimle bir türlü hazmedemediğim bir düşünceydi bu. Halbuki bu anlayışa göre sınır ilk dereden değilde ikinci dereden çizilmiş olsaydı şimdi ben de kanı bozuklar tarafında olacaktım.
Doğrusu bize çocukluğumuzda gerek bir takım çevrelerce ve gerekse dört yanı düşmanlarla sarılı vatanda yaşamış olduğumuzu empoze eden eğitim anlayışımız, zihinlerimizde istemeden de olsa böyle bir eğilime kapı açmışlardı. Büyüklerin her dediğine doğru diye sarılan yalandan habersiz çocuk masumiyeti bu anlayışı ruhen kabullenmesede hayatın bir gerçeği olarak benimseyecekti elbette. Hatta şimdilerde güldüğün bir çok hurafe bana gerçek gibi gelirdi o zamanlar. Büyüklerin konuşmasına kulak verdiğim bir zaman onlardan bir cümle işitmiştim. “Kanı bozuk onların. İnsan değil onlar.” Bu cümle beni öylesi etkilemişti ki kendimden yaşça büyük birine sormuştum karşı taraftakilerin kanı ne renk diye. İlginç oda onların kanının kırmızı değil de yeşil aktığını söylemişti. Üstelik bunu ciddi ciddi savunuyordu da. Ben onun söylediklerine pek inanamasam da karşı taraftakileri yeşil akan kanlı halleriyle zihnimde canlandırmaya çalıştığımı anımsıyorum.
Hatta dört yanı düşmanlarla çevrili düşman imajı çocuk ruhumu öylesine derinden etkilemiş olmalı ki sık sık rüyamda köyümün Rus istilasına uğradığını görür ve böyle bir durumda ailemi ve dostlarımı nasıl kurtaracağımın kurgusunu yapardım zihnimde.
Aradan uzun zaman geçti ve büyüdük. Zamanla bu yapay sınırların modern zamanların bir icadı olduğunu anladık. Mutlu azınlığın kendini kölelerinden ayırdığını düşündüğü tek taraflı gösteren bir perde yada “beyaz ırkın köleleri” diye adlandırdığı onlarca az gelişmiş toplumların içinde bir “öteki” icat etmek suretiyle onların içine ayrılık tohumları ekerek, oluşan kaostan rant elde etmek için uydurulmuş bir illet. Bir “frenk illeti” ki insanları birbirine kırdırıyor. Fakat aynı zamanda başkasından daha çok sahibini ısıran bir illet. İki dünya savaşı bunun şahididir. Tutuştukça hem kendini hem de çevresindekileri yakan bu illetten nedense insanlık kendini kurtaramadı bir türlü.
Her neyse bu hamur çok su götürür. Gezip gördüğüm mekanlar, okuduğum kitaplar gözlemlerim ve izlenimlerim bana insanın her yerde insan olduğunu öğretmişlerdi. İyi ve kötü mekana bağlı değildi zira. O içte olan bir şeydi. Sınır komşularının çoğunu ziyaret etmiş biri olarak şunu diyebilirim ki; farklı ülkelerde yaşayan insanların birbirine karşı ön yargısı sanıldığı gibi derin ve yerleşik değil. Ayrılıklar alında derin siyasetçilerin ya da bir takım çıkar guruplarının manipülasyonlarından başka bir şey değil. Bunu yaşadım ve gördüm. Yaklaşık üç sene önce çocukluğumun korkulu rüyalarına konu olan Rusya’yı ya da Batum’u ziyaret ettim. Karşı köyün sokaklarında dolaştım insanlarıyla dilim döndüğünce lazca konuşup şakalaştım, evlerini içerden ve dışardan gördüm. Ve Batum’da bir caminin içinde tarihin izlerini ve insan manzaralarını seyrederken oranın kendi köyümden pek farklı olmadığını hissettim. Simalar aynı sima, ‘burun’ aynı burun. Yüzlerdeki dağlık arazide yaşamanın verdiği sert çizgiler aynı. Yüksek ses tonuyla konuşma adetine kadar bizden biriydiler onlar. Sadece lazlar değil gürcülerde sarı saltat ruslarda öyleydi. Manzara bir türk kasabasında olanlardan farklı değildi. Belki ufak tefek şekli ayrılıklar söz konusuydu.
O an çocukluk hatıralarıma döndüm. Zihnimdeki Rusya ve Batum imajını düşündüm. Bir an her şey tepe taklak oldu. Bu nasıl bir yanılgıydı kı insanı çepeçevre sarıyordu. Caminin mimarisinin ve sülemelerinin neredeyse bizimkilerle aynı olması ve simaların benzerliği bana memleketimdeymişim hissini veriyordu. Kendi kendime vatanı vatan yapan neydi sahi. Ortak duygular ortak hislenimler ve ortak değerler değil miydi? Bir an gözümde bütün insanlık canlandı. Yüzlerde kimliği ifade eden küçük farklılıkların yanında sayısız ortak yanlar yok muydu? Hepimiz insan değil miydik? Ümitleri, korkuları olan. Hırsları ve ihtirasları olan. Seven, sevilen, yeri geldiğinde kızan ve nefret eden, üzülen, sevinen; iyi ve kötüsüyle hepimiz insandık işte. Sınırın ötesi sınırın diğer yakasından farklı değildi aslında. Her iki taraftada insanlar yaşıyordu. Her iki taraftada iyiler ve kötüler vardı. Kötü sadece orada, iyiler hep burda değildi.
Evet zihnen çoktan kurtulsam da ruhumu sıkıp boğmaya yeltenen bir kabustan bizzat yaşayarak ve tecrübe ederek duygusal olarak da kurtulmuş ve uyanmıştım artık. Evet yıllarca bize dikte edilen ezber bozulmuştu artık. Hakikat bütün çıplaklığıyla ortadaydı zira. Her ne kadar yapay sınırları aşmak bir nebze kolay olsa da zihinlerdeki sınırları aşmak pek de kolay olmuyor. En güçlü pranga zihinlere takılmış olanıdır. Onu kırmadan diğer sanal olanlarını kırmak pek mümkün olmuyor.
Modern batının zihinlerimize takmış olduğu bir çok paranga vardır ki çoğundan haberdar bile değiliz. Nice renkli ve transparant şeffaf halkaları vardır onun. Bazıları gözle görülürken bazıları “damardan” giriyor. Hatta bilimsel teorilerle süsleyip alımlı bir güzel edasında sunduğu nice halkaları da var onun. Bazılarına göre arı beyaz ırk üstün ırktı. Diğerleri ise türünün gelişmemiş “buruşuk bezelye”leriydi. Onlar aslında insan bile sayılmazlardı. Olsa olsa beyaz ırkın tekamülüne hizmet eden bir kısım gelişmiş hayvanlar olabilirlerdi ancak. Mülkte hak iddia edemeyen fakat bir mal gibi alınıp satılabilen bir köle. Nitekim bu zihniyet binlerce yıl önce icat edildiği halde kimsenin adam öldürmek ve nesilleri yok etmek amacıyla kullanmayı akıllarına bile getirmedikleri barutu yeniden keşfettiler. Onu bir silaha dönüştürdüler. Evet tüfek icat oldu ve mertlik bozuldu. Eline silahı alan ve sadece gücün üstünlüğüne inanan; faziletten ve insanlıktan yoksun bir kısım vahşi batılı dünyayı istilaya başladı. Uzak diyarlarda ne varsa o kerametli silahın zoruyla gasb ettiler. Çünkü onların zaten kendilerinin malı olduğuna iman ediyorlardı. Dünya beyaz arı ırkın hizmetine sunulmuş cazip bir cariyeydi ve patenti batıya aitti. Bu hızla Afrikayı, Amerikayı ve üçüncü dünyayı işgal eden batı. Onlardaki kendi mallarını almakla kalmayıp. Beğendiği bir kısmını işgal edip sakinlerini ya katletmiş yada sindirmiş; Amerika ve Avustralya gibi. Diğerlerinin de kendilerince değerli olan ne varsa hatta sakinlerinden eli kazma tutan iri yapılı ve dayanıklı olanları da dahil hizmetinde kullanmak için yanına aldı. Geri kalanlarıda ilerde tekrar sömürebilmek için o topraklara ayrılık tohumları ekip ve zalim yöneticileri miras bıraktı. Zamanla nasıl olduysa kölelerin yardımı ve şeytani zekanın önderliğinde kanla boyanmış ve zülümle kazanılmış bu mal ve sermaye üzerinde teknoloji çiçeği açtı.
Ve bu gönül çalan ve gözleri bağlayan aşufte bu insanları zorunlu kölelikten gönüllü köleliğe evrimleştirdi. Artık insanlar esir değil “ecir”diler. Yani ücretli köleydiler. Onlar gönüllü esirlerdiler artık.
Fakat her ne kadar bu aşufte gözleri bağlayıp gönülleri çalsa da, sahiplerinin ‘hesapta yoktu’ dedikleri bir şeyler oldu. O aşufte birilerini kör ederken birilerinin de gözlerinin açılmasını sağladı. Bir yandan birilerini efsunlayarak kapitalizmin gönüllü köleleri yaparken diğer yandan aklıselim bir kesimin de akıllarını başına devşirip uyanmasını sağladı. O akılları başına gelenler kapitalizmin sanal hülyalarının ardında yatan gerçekleri de farkettiler. Hürriyetin refahın ve insanca yaşamanın sadece seçilmiş azınlığa has olmadığını anladılar. Kendileri uyandığı gibi yine düşmanın silahını kullanarak diğerlerini de uyandırmaya başladılar. İşler beklentilerin tersine gitmeye başladı. Ayaklar bedeni taşınmasında kendilerin de katkısı olduğunu farkettiler. Böylece onun nimetlerinde hakları olduğunu dillendirmeye de başladılar.
Ne dersiniz? Yanılıyor muyum? Eğer ‘yanılıyorsun’ diyorsanız size bir hikaye daha anlatayım.
Zamanın birinde çok uzak ama aynı zamanda hayale göre oldukça yakın olan bir memlekette; 120 küsür odalı, içerisinde onlarca hizmetçinin cirit attığı, her türlü lüks ve konforun en ince detayına kadar hesap edilip icat edildiği, herkesin hayallerini süsleyen güzel mi güzel, mükemmel mi mükemmel bir beyaz köşk varmış. Etrafında binlerce dönüm arazisi; havuzundan golf sahasına yokun yok olduğu bir saray.
Dünyada bir anket yapılsa ve ‘bu sarayın efendileri kim olabilir’? diye sorulsa herhalde kahir ekseriyet beyaz asiller diyeceği bir yer. Şöyle ipek sabahlığıyla; uyku mamuru, hizmetçilere emirler yağdıran, alımlı ve çalımlı sarışın ev sahibesi bir hatun. Eve nadiren uğrayan, elinde daima çantasıyla dolaşan yada çantasını taşıyan bir hizmetçisi olan, dik yürüyüşlü metruş bir beyefendi. Ayrıca süslü elbiseleriyle hizmetçiler üzerinde kaprislerini tatmin eden barbi bebek misali bir prenses ve smokinli bir erkek prens.
‘Peki orada bazı siyah tenliler var. Onlar kim acaba’? diye sorduğunuzda cevap olarak ‘onlar da sarayın hizmetçileri; ahçı, bahçıvan yada bulaşıkcıları herhalde’ olacaktır büyük ihtimalle. Başka türlüsüne masallarda bile nadir rastlanır. Hayale bile gelemez bir düşünce.
Hikayeye devam edelim. Hayalimizdeki bu evde yaşayan efendiler; her ne sebepten olursa olsun; ister ekonomik bir kriz, ister psikolojik bunalım, isterse ayak takımının isyan korkusu olsun. Ellerinde bulundurdukları o evin yönetimini bırakıp ayak takımı dedikleri; bir hayvandan bile daha değerli görmedikleri, senelerce küçümseyip aşağıladıkları, hiç yakınlarına yaklaştırmadıkları ve sofralarına dahi misafir etmedikleri, aynı araçta beraber bulunmayı kendilerine zul telakki ettikleri bu ayak takımına teklif etsinler. Efendim bu ev artık sizin de eviniz. Burada sizin de hakkınız var. Buyrun birlikte paylaşalım desinler. Hatta onları kendilerine baş edinsinler.
Sizce benzerine masallarda bile rastlanamayan imkansız kabilinden bir hikaye bu anlattıklarım değil mi?
Evet beyaz sarayın sakinleri Obama adında bir siyahiyi -ya da melez hiç farketmez- kendilerine efendi seçtiler. Birilerine göreyse seçilmesine göz yumdular. Üstelik Amerikan halkının yüzde elli ikisinin tasvibiyle. Her ne sebeple olursa olsun, bu olay dünyadaki bazı dengelerinin değiştiğinin alametidir aslında. Olmadık şeylerin olabileceğinin göstergesi..
Ben buna fıtratın ve insaniyetin geri dönüşü diyorum. Ya da elitist, ırkçı ve mutlu azınlığı kayıran, zulmani anlayışa bir baş kaldırı. Yalanın uzun sürmeyeceği gerçeği. İnsanın değişime olan özlemi ve öze dönüş çabası.
Son sözüm; hayata ümitle sarılmak ümitsizlikle her an ölmekten iyidir. Ümidi olan sonunda hedefine ulaşır. Ulaşamasa da en azında hayatı iyi yaşar. Yaşamın bir ümit olduğunu bilir ve bu ümit onu mutlu kılar. Ümidini yitireninse yitirecek bir şeyi kalmamıştır artık. Hep kayıpları oynar. Ölmeden önce her an ölür. Gerisi size kalmış bir şey. Ben gerçekleşmesi mümkün olan bir rüya görüyorum. Vesselam.
-Abdürreşid Şahin
Not: Bu yazı Barack Obama ilk başkan seçildiği zamanda yazılmıştır.
0 Yorumlar