Kasetleri sınıf arkadaşım sağlıyor el altından gizlice, A serisi, B serisi, Peygamber Sevgisi… Ardarda, ana sütüne hasret kalmış bir buzağı gibi emiyorum, dolmuşta, otobüste, yolda yürürken... Belimde, bir üstünlük nişanesi gibi büyüyen walkman, bana olağanüstü manevi güçler sağlayan sihirli bir kutuya dönüşüyor. Dolaştıkça sokakları, sonu bilinmeyen, acayip dünyaların kapıları açılıyor. Aynı kaldırımlarda yürüdüğüm diğer fanilerden ayrılıyorum her adımda.
Termodinamiğin bize anlattığı...
Bu adam ilginç şeyler söylüyor… Başta anlaması zor, dili ağır - Erzurumlular böyle mi konuşuyor? Bir bulmaca parçasını dikkatle yerine yerleştirir gibi kafamda deşifre ediyorum her bir kelimeyi. Yerli yerine oturunca da kelimeler, büyük bir keyif alıyor ruhum. Sanki kimselerin bilmediği, bilemediği şifreli mesajlar geliyor evrenin karanlık köşelerinden. Dünyaya ve kendi varlığına anlam vermeye çalışan bir ergenin tüm sorularını, mükemmel ve ikna edici bir şekilde yanıtlıyor bu Vaiz; ben bu dünyada neden varım? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Nasıl yaşamalıyım? İyi nedir? Hayatımın hedefi ne olmalı?
Bırakın dini kendine referans almayı, onu yobazlık ve geri kalmışlık olarak gören yeni yetme bir kasaba aydını için büyük bir devrim bu! Hiç ummadığı anda gözünün üstüne sağlam bir yumruk alan bir boksör gibi savruluyorum ring’in demirlerine. Hissettiğim acıdan daha da büyük bir zevk alıyorum içten içe.
Atatürk’ün çocukken mısır tarlasında kovaladığı kara kargaları hatırlıyorum. Sonra o kargaların gözünden bakmaya başlıyorum dünyaya. Kara bir karga oluyorum yavaş yavaş...
Yalayıp yutuyorum tüm konuşmaları, 100 kadar kaset dinlemişim birkaç ay içinde. Peygamber (SAV), onun hayatı, arkadaşları, mücadelesi duygusal bir şekilde anlatılıyor kasetlerde. Kur’an ayetleri modern bilimden referanslarla yorumlanıyor. Termodinamiğin ikinci yasası olan entropi artışının bir gereği olarak, maddenin kendiliğinden düzenli sistemler meydana getiremeyeceğini, bu yüzden bir yaratıcıya ihtiyaç olduğunu savunuyor bu imam, cami kürsülerinden! Bu hoca dini bilimin karşısına koymuyor, bu ikisini yarıştırmıyor, birini alıp ötekine vurmuyor. O gün anlıyorum ki bu hoca, yan dairede oturan ve aidatını yıllardır ödemediği için apartman sakinlerinin nefretini üzerine toplamış dini bütün işgüzar ‘hacı’yla değil, benimle konuşuyor. Muhatap alındığımı hissediyorum, kendimi özel ve ‘seçilmiş’ hissediyorum.
İkinin biri...
Kasetleri dinlerken özellikle dikkatimi çeken bir konu oluyor; bir konuşmada Vaiz şöyle diyor; ‘İki çocuğu olup da bir tanesini askeri okula göndermeyen bir baba, Allah’ın elinden yakasını kurtaramaz’. Önceki konuşmalarından oldukça milliyetçi olduğunu bildiğim Vaiz’in bu çağrısı ilgimi çekiyor. İfade çok net ve çok keskin, böylesine bir çağrı ile ilk kez karşılaşıyorum Vaiz’in sözlerinde. Neden her iki çocuktan birinin asker olmasını istiyor ki?
Hayalen geleceğe gidiyorum... Bir gün kendi çocuklarım olacağını ve onlardan bir tanesini seçerek askeri okula yollayacağımı hayal ediyorum. İşin sonunda Allah’ın gazabından kurtulmak var sonuçta, şakası yok bu işin... Peki nasıl seçeceğim? ‘Herhalde büyük olanı gönderirim’ diyorum, diğeri çok narin, kıyamam...
Orta halli bir Anadolu insanının kafasında asker; otorite ve gücü temsil ediyor o vakitler, 90’lı yılların daha başlarındayız. Bir de, arada karıştırdığım Cumhuriyet gazetesinden biliyorum Türkiye’yi aslında askerlerin yönettiğini ve bu adamların ‘dinci’lerden nefret ettiğini. Beni her gördüğünde ‘senden çok iyi subay olur, havacı ol sen’ diye telkin veren eniştem geliyor aklıma. Kendisi okuyamamış, istiyor ki yeğeni kudretli bir paşa olsun. Bizim enişteyle kafamda eşliyorum Vaizi. Herhalde diyorum bu Vaiz de aynı kafada.
Çifte hayat
Vaiz’i dinledikçe, hayatım ikileşiyor, yeni bir ben doğuyor benden içeri. Zaten böyle oluyormuş bu işler, yeni bir kimlik gelişir sonra yeni kimlik eskisini yutarmış. Öyle diyor ‘kırmızı kitapları’ yazan Said Nursi. Kırmızı kitapları keşfedince anlıyorum ki asıl sözü söyleyen Nursi olmuş. Vaiz ise bunları yeni başlayanlara, anlayacakları dilden izah ediyor. Kasetleri ailemden habersiz dinliyorum, birkaç kişi dışında arkadaşlarım da bilmiyor. Bilseler kıyamet kopar! Bana küserler, arkadaşsız kalırım diye korkuyorum bir yandan.
Gizli gizli banyoda namaz kılmaya başlıyorum, aman evdekiler görmesin. Bir gün annem yakalayacak gibi oluyor, korkup ondan da vazgeçiyorum. Yakındaki bir camiye kaçıyorum imkan oldukça. Desem ki şöyle bir hoca var, ben onu dinledim, kitaplarını okudum, namaz kılmaya başladım, beni muhtemelen bir akıl hastanesine yatırırlar, ya da evden atarlar. O yüzden gizliden gizliye yapıyorum bu ‘irticai’ faaliyetleri, böylesi de daha da bir keyifli oluyor doğrusu.
Bir genç insanın namazlı abdestli olması pek görülmüş bir şey değil bizim mahallede. Onlar dinin özgür bir seçim olabileceğini pek kabul etmezler. Bir insan dindar ise kesin ya bir çıkarı vardır, ya da birilerinin baskısı altındadır - beyni yıkanmıştır. Ben de mecbur, bu işleri vakvakları ürkütmeden yapmalıyım.
Bir sahabelerden bahsediyor Vaiz bir yerde, annesi ona ‘bir daha Muhammed (SAV)’in yanına gidersen kendimi yakarım’ demiş; çocuk da ‘vallahi ben gideceğim istersen yak’ diye rest çekmiş. Kendi annemi düşünüyorum, din düşmanı değil ama, bilse ‘Hoca’ya gittiğimi kafayı tırlatır. Bu sahabi kadar cesur olup olamayacağıma karar veremiyorum.
Anlayacağınız, dincilerin imajı pek iyi değil yani bizim cenahta. Evimize sıkça gelen İşçi Parti’li bir akrabamız anlatırken duyuyorum. Nurculardan bahsediyor, toplanıp toplanıp ‘hu’ çekerlermiş. Atatürk zamanında bunların kökünü kazımış ama bunlar tekrardan mantar gibi bitivermiş. Bu işin arkasında ABD ve kontrgerilla varmış. Evlerden ırak, gencecik çocukların beyinlerini yıkıyorlarmış Kur’an kurslarında. Fakir çocuklar da aldanıyormuş, ne yapsın garipler…
Sanırım zamanla anlamaya başlıyorum şu ‘ikiden biri’ meselesini ve dahi Vaiz’in neden böyle vaaz ettiğini. Onu da evinden atacak, eline imkan geçse bir kaşık suda boğacak hasımları olduğunu keşfetmem uzun sürmüyor. Sonunda ikna oluyorum, bu Vaiz aslında kendini ve inananlarını korumak istiyor, biraz da çocukça. Şerrinden emin olamadığı bu ‘şapkalılar’ karşısında öz stratejisi, kendi öz çocuklarına şapka giydirmek. Bu üstün strateji karşısında şapka çıkarıyorum, daha on’lu yaşlarda…
Henüz beni koruyacak bir şapkalı yok, o yüzden her Perşembe akşamı nereye gittiğimi henüz kimseye söyleyemem.
Aleviler’e karşı yapayanlız
Şu, ‘iki çocuktan biri’ olayı kafamda büyüyor da büyüyor. Memleket meselelerine olan ilgim de artıyor zamanla. Bu işlere henüz yeni girmiş bir ‘dini-bütün vatansever’ olarak, sahaflar çarşısında geçiyor öğleden sonraları. Para yetiremediğim kitapları ayak üstü hatmediyorum. Meğer bizim Vaiz epey ünlüymüş! Hakkında yazılmış bir sürü kitap var, istihbarat raporlarından derlenmiş kitaplar bunlar, Vaiz’in emir bekleyen intihar komandolarından falan bahsediyor. Ruşen Çakır diye bir adam var mesela, yazmış da yazmış, deli saçması şeyler. Eğer durum böyleyse diyorum, bu Vaiz birilerinin ayağında fena halde basmış olmalı…
Sahi nedir bu askerlerin olayı? Ülkeyi biz kurduk, biz yönetiriz, kimseye de yedirmeyiz havasındalar. Burunları da bir karış havada. Direksiyonu sivillere vermeye hiç niyetleri yok. Canları sıkıldıkça şoföre vurup dipçiği, nereye isterlerse oraya sürüyorlar memleketi. Bu mesele çözülmeden bu ülkenin kendine geleceği yok. Vaiz doğru söylüyor, ikiden biri verilmeden bu iş olmaz…
Piti kareli çekyat
İşte beklenen an geliyor; bir öğrenci evinde, piti kareli çekyata oturmuş, beni ‘özel’ bir görüşmeye çağıran Abi’yi dinliyorum - yalnız gel diye de haber yollamış. Ben mevzuyu çakıyorum tabi önceden; o ikiden birisi olmak üzereyim... Gurur mu duysam yoksa endişe mi etsem bilemiyorum. Beni askeri okul sınavlarına başvurmaya ikna etmeye çalışıyor, askeriyede örgütlenmiş Alevilerden bahsediyor. ‘Nusayri bunlar’ diyor. Müslüman değillermiş, ama öyle gibi yaparlarmış, bin türlü fenalık varmış bunlarda. Sanırım neden bahsettiğini kendisi de bilmiyor. İçimden diyorum, ‘tamam sen yorma kendini, biliyorum ben mevzuyu’.
Anlatmaya devam ediyor; askerdeki bir talebe, bir kolej yapmakla aynı şeymiş... Kafamda hesaplıyorum, bir okul yaptırmak kaça patlar acaba? Çarpıyorum, bölüyorum, o kadarlık sevap kazanacağımı düşünüp mutlu oluyorum.
Cennetlik Asker
Asıl bombayı sonra saklamış. ‘Hocaefendi dedi ki’ diyor ve ekliyor, ‘askeriyeye giden şakirtler hesapsız kitapsız cennete girecekler’. Az buçuk konuyu bilmesem bu lafa inanacak gibi oluyorum. Neyse ki kasetten daha yeni dinlemişim bizzat Hocanın kendisini. Peygamber’in ‘şu kişi cennetlik oldu’ diyen sahabisini nasıl azarladığını anlatıyordu heyecanla. Bu hadiseyi işgüzar bir Abinin pek de münasebetsiz bir ikna taktiği olarak yorumluyorum. Böyle büyük laflar nasıl ediliyor pek de anlam veremiyorum doğrusu. Garip, koca adam sonuçta…
Peki, ya doğruysa? Cenneti elinin tersiyle itmekle imtihan ediliyorum daha on’lu yaşlarda. Aynı akşam bizim Reşat’ı görüyorum rüyamda, geçen sene Astsubay çıkan. O, kendisine ayrılan VIP şeridinden hızla geçerken, ben öylece bakıp kalıyorum haşir meydanında. Ağlamaklı oluyorum… Bir okul sevabı kazanmak iyiydi de, bu hesapsız kitapsız cennet müjdesi - reddi imkansız bir teklif - pek ağır geliyor bana.
Neden sonra çekmişim üniformayı... En çok eniştem seviniyor bu işe, belki bir de Hoca. Tuvalette abdest, göz hareketleri ile namaz, yatak çarşafına teyemmüm. ‘Böyle bir hayat geçer mi?’ diye soruyorum bir bilene. Merak etme diyor, mezun olunca kendi evinde rahatça kılarsın namazını. Kendi evimin dört duvarında - kapılar kapalı ve camlar örtük halde - uzun uzun, huşu içinde namaz kıldığımı hayal ediyorum. İçim huzur doluyor.
Dersler başlamış askeri okulda. Komutan irticai örgütlerden bahsediyor. Vaiz’in fotoğrafı da en ortada, en azılısı bu imiş. Vaiz ile hayalimde göz göze geliyoruz, ‘merak etme’ diyorum, ‘her şey kontrol altında’. Etrafımdaki çocuklara bakıyorum, birkaç işe yaramaz zırtapoz olsa da, geneli işçi-memur çocukları, bildiğin Anadolu insanı. ‘Bunların hangisi Alevi acaba?’ diye düşünüyorum içimden. Herhalde onlar da benim gibi saklanıyor hınzırlar, bir gün elbette çıkar foyaları ortaya.
Bir ajan gibi mi hissetmeliyim, yoksa bir vatansever gibi mi bilemiyorum. Sonuçta ben bu ülkenin bir çocuğuyum, başarılı bir öğrenciyim, bileğimin hakkıyla askeri okula girdim, vatanıma en iyi şekilde hizmet etmek istiyorum. Diğer taraftan kendime ait bir şeyleri gizliyor olmak bana içten içe suçluluk duygusu yaşatıyor.
Neticede şöyle bir felsefe geliştiriyorum kendimce; benim neye inandığım kimsenin umrunda olmamalı, mesleğimi en iyi şekilde ve kanunlara uygun yaptığım sürece kimseyi aldatmış olmam. Şu Afganlı misafir askeri öğrencilerin koğuş koridoruna seccadelerini serip cemaatle namaz kılabilmeleri, benim ise yatak çarşafına teyemmüm etmem, benim değil, Silahlı Kuvvetler’in ayıbıdır. Türk vatandaşı olan ben, bu kurumda bir Afganlı’ya tanınan haklara sahip değilim, olu orta namaz kılsam, dini görüşümü ortaya koysam okuldan atılırım. Bu bir ayıptır. Ben bu ayıba rağmen burada bulunmayı kabul ediyorum, çünkü böyle istiyorum. Bunu neden istediğim ile ilgili de kimseye hesap vermek zorunda değilim. Eniştemi memnun etmek için, Hoca istedi diye veya ömür boyu maaş garantisi için askerlik mesleğini seçebilirim. Bu kimseyi ilgilendirmez, benim seçimimdir.
Hatta kendi kendime söz veriyorum, mesleğimi diğer arkadaşlarımdan daha iyi yapacağım, onlar sekiz saat çalışıyorsa ben on saat çalışacağım, içimdeki suçluluk hissini, herkesten daha fedakarlık göstererek kapatacağım…
Son
Yıllar geçmiş, meslekten çoktan ‘emekli’ olmuş, dünyanın diğer bir ucunda, Cuma namazını kılmış, trafikte işe geri dönmeye çalışan bir halde buluyorum kendimi.
Yabancı radyodaki haber bülteni ‘köprü’ diyor, ‘asker’ diyor, ‘hareketlilik’ diyor. İçimde giderek büyüyen bir endişe ile kulak kabartıyorum. Spiker bir de ‘İstanbul’ deyince istemsiz çözülüveriyor göz yaşlarım. ‘Bazı şapkalılar, bir hırsız’la bir olup masaya tekmeyi attılar’ diyorum. Bir kez daha ‘yedirmeyiz’ dediler. Olan, hiçbir şeyden habersiz masumlara olacak. Onlar için ağlıyorum hıçkırarak…
Diğer taraftan düşünmeden edemiyorum, yıllar önce bana hesapsız kitapsız cennet sözü veren birileri, şimdi neredeler ve kimlere hangi sözleri verdiler?
Ve daha da önemlisi, onlara inanan cennetlik askerler çıktı mı?
-Kalifornia Valisi
8 Yorumlar
sonunda gerçek bir yazı geldi. kutluyorum yazar beyefendiyi....
YanıtlaSil"Diğer taraftan düşünmeden edemiyorum, yıllar önce bana hesapsız kitapsız cennet sözü veren birileri, şimdi neredeler ve kimlere hangi sözleri verdiler?" En azından bu cümle ile söz konusu oluşumu yargılıyor izlenimi veriyorsunuz. Ancak, twitter hesabınızda güçlü ve sarsılmaz bir bağ ile aidiyetinizin devam ettiği aşikar. İki yüzlü yaşam iliklerinize işlemiş.
YanıtlaSilTwitter hesabınızda aidiyetinizin devam ettiğini belirttiğim yukarıdaki yorumumdan sonra twitter hesabınızı yazıdan kaldırmanız ve hatta twitterdan @kaliforniavalisi hesabınızı acele ile kaldırmanız iki yüzlülüğünüz gerçeğini perçinliyor.
SilKalifornia Valisi'nin twitter hesabı hala duruyor. Bir de yazılara bir süredir twitter hesaplarını eklemiyoruz. Bu yazarın seçtiği bir seçenek değil.
SilGülenin inandığı ve çok iyi bildiğ din, yani geleneksel islam kesinlikle siyasi hakimiyet ve güç peşindedir. Bu yüzden askeriyeyi ele geçirmek farzdır.
YanıtlaSilAllahın hükümleriyle hükmetmeyen kafirdir. Din Allahın oluncaya kadar açık örtük savaş mecburidir.
Gülenin ve cemaatin geleneksel islam anlayıyşı ile İŞİD in anlayışı ve hedefi arasında hiç fark yoktur, tek fark hedefe giden yöntemdir.
Gülenin ve cemaatin geleneksel islam anlayışı modern değerlere düşmandır, fikir özgürlüğü yoktur, mürted öldürülür, kadın erkek eşitliği zaten kurana ters ve küfürdür, demokrasi, din devlet ayrımı vs küfürdür. Modern insan hakları saçmalıktır, (öldürülmesi gereken bir LGBT üyesine saygı duyup eşit haklar verilebilir mi) Bu konularda safları rahatlatmak için söylenen boş laf ve demogojileri aklı başında kimse cidfiye almaz.)
Hedefi Şeriatı getirmek olan cemaatin önünde iki yol vardı, ya selefiler gibi dünyaya açıkça meydan okuyacak, ya da yalan söyleyip takiyye yapacak, modern dünya ile barışık görünecek, köprüyü geçene kadar ayıya iltifat edecek.
Gülen bir videosunda "vakti gelmeden huruc yapılırsa Dünya başınıza biner" diyordu. Haklı, çünkü cemastin inancı ve hedefi modern değerlere düşmandır ve ya o dünyanın başına binecek, ya da dünya onun.
Gülen ve dar çevresi onun Hz İsa olduğuna, görevli olduğuna inanır. Bu inanç, tasavvufla islama giren neo platonist, mistik ve ezoetrik masallarla birleşince, bir de modern dünya değerlerine ölümüne düşman geleneksel islam yorumuyla, artk cemaatin yalan ve takiyye ile gücü ele geçirmekten başka tercihi olamazdı.
Ana sorun geleneksel islam anlayışıdır. İslam anlayışında köklü bir reform olmadığı sürece bu halkın çocukları hayatlarını mahvetmeye devam edecektir.
beş yıldızı hakeden bir yorum olmuş.
Silişin ucu islama dokunacak diye ödü kopuyor milletin. halbuki fetö dediklerinin islam dışı hiç bi faaliyeti yok. islamda takiyye var mı? var! eee daha ne...
Sil....
asıl sorun islamda. biz onu bilemedik. abilerden vicdana, ahlaka, mantığa ters şeyler duyardık. ama bi bakardık ki bunlar islama uygun. islama uygun olan bişey nasıl ahlaka vicdana mantığa ters olabilirdi ki?!...
...
bizi batıran islama güvenimiz oldu. islamı biz de ıraktan ıraktan yaşasaydık. tahkiki imandan uzak dursaydık şimdi en janti müslümanlardık. çünkü hakiki islam çok kötü birşey. yüzeysel islam iyiymiş... meraklıyız ya a.q. tahkik edecez.
...
islam normal birşey değil. bize islamı normal birşeymiş gibi gösterip geleneksel islamdan gerçek islama uzanan meşakkatli yolda islamın iç yüzünü görmemizi sağladığı için cemaate kızmalı mı yoksa teşekkür mü etmeliyim bilemiyorum.
Etki ve tepki, siz yasaklarsanız elbette o yasağa karşı çıkan birileri olur. Yasağın şiddeti ne kadar büyük olursa karşı çıkanda o kadar çok olur.
YanıtlaSil