Nasrettin hocanın meşhur bir hikâyesi vardır. Çoğumuz biliriz bu hikâyeyi. Hani bir gün hoca akşam vakti yüzüğünü kaybetmiş onu sokak lambasının ışığında aramaktadır. Hâlbuki yüzüğü odunlukta kaybetmiştir. Hocanın fıkraları gerçekten derin anlamlar içermekte. Bu fıkrada bana çok şeyler söylüyor. Aslında bizler hep böyle yapıyoruz fakat ya farkında değiliz ya da işimize gelmiyor. Bu fıkrayı özetleyen Goethe’nin Faust’unda geçen bir cümle var. O cümle çözüme de ışık tutuyor gibi.
‘Şeytan ancak girdiği delikten çıkar’. Konumuza bakan yönüyle ben bu cümleyi ‘hürriyetimizi kaybettiğimiz yerde aramalıyız’ şeklinde okuyorum. Peki özgürlüğümüzü nerede kaybettik ya da kaybediyoruz. Onu yeniden kazanmak için nereden başlayacağız?
İnsanların arasında dolaşıp sözlerine kulak verdiğinizde herkesin birilerinden ya da bir şeylerden şikâyet ettiğini rahatlıkla işitebilirsiniz. Makine-i ahval pekiyi işlememektedir. Herkes dertli, kimse hayatından memnun değil. Ayaklar baştan baş da ayaklardan şikâyet etmekte. Öte yandan balığın başından da kokular gelmekte. Birileri ‘ya sev ya terk et’ teraneleri okurken başka birileri de ‘tek’lerin içini kendine göre doldurmakta. Tek düşünce, tek fikir, oda benim fikrim olmalı, dercesine insanlara kendi anlayışını empoze etmekte. Toplumun her kademesinde her birimine salgın hastalık gibi sirayet etmiş bu dayatma. Bu tekelcilikten bir türlü kurtulamadık ne yazık ki. Bu dayatmacı anlayış ruhumuza nasıl yerleşti, nereden tevarüs etti bilemem. Fakat insana yakışmayan bir tavır olduğu çok açıktır.
Hepimiz balığın baştan koktuğunu söyleriz. Peki, balık niye kokar. Kokudan sorumlu olan sadece başlar mıdır? Yoksa baştaki koku bedendeki çürümenin habercisi midir? Gelin çuvaldızı baştakilere saplarken hiç olmazsa iğneyi de kendimize batıralım.
İşçi başındaki müdüründen, müdür patrondan, ast üstünden, karı kocadan, koca karıdan, anne çocuktan, çocuk okuldan şikâyet etmekte. Peki, şikâyet eden çok mu masum acaba. Minik serçemizin değişiyle ‘masum değiliz’ aslında. Ben 42 yıllık ömrümde insanların sosyal hayatını mütalaa neticesinde şu sonuca ulaştım: birileri bir şeylerden şikâyet ediyor, birilerinin kendine zulmettiğinden yakınıyorsa o kişi genelde kendiside birilerine zulmediyordur. Elbette iki kere iki dört derecesinde kesin hüküm değildir fakat büyük olasılıkla doğru bir hükümdür. Bence işyerinde üstünden şikayet eden kimse bir şekilde evde hanımına ya da çocuğuna zulmediyordur. Dostlarından yakınan kişi ya dostlarına ya yakınlarına ya da en azından kendine zulmediyordur. Kişinin başkasından gördüğü zulüm kendi zulmünün kendine dönmesidir. Gerçekten hür olan ve insanlık onuruna sahip biri kimsenin kendisine zulmetmesine razı olmaz. Hürriyeti onun en değerli varlığıdır, onu hiçbir metaya satmaz. Aynı şekilde gerçek hür başkasına da zulmetmez ve zulme rıza göstermez. Ne bir şeylerin kendisine dayatılmasına razı olur ne de bir şeyleri birilerine dayatır. Bu onun hür iradeye olan saygısının bir sonucudur. Hatta gerçek fazilet sahibi olan hür insan İradesini gönüllüce kendisine teslim edip beni dilediğin gibi güdebilirsin diyeni de uyarır. Onu gütmek yerine iradesini kazandırmaya yardımcı olur. Muhatabına balık vermek yerine balık tutmayı öğreterek kendisine ve başkasına bağımlı olmaktan kurtarır. Böyle birinin önündeki engeller ve zulümler şikayet konusu olmak yerine gelişmesi için önüne konulan malzemeler olarak bakar ve o zorlukları hür iradesiyle aşmaya çalışır. Yeri geldiğinde dostlarına ve gerekli mercilere müracaat eder fakat neticesiz ve gayreti törpüleyen şikâyet ve ümitsizlikten kaçınır. Başkasının ne yaptığıyla ya da ne yapması gerektiğiyle uğraşacağına kendi yapması gerekene odaklanır. Kendi eksik ve yanlışlarını görmeye çalışarak hatadan gocunmaz ve çözüm üretmeye çalışır. Onun yapacak çok şeyi vardır. Şikâyet edip yakınmaya zamanı yoktur. Suçuna bahane bulmak yerine çözüme bahane bulmaya çalışır. Ben diyorum ki kişisel ya da toplumsal menfaatler uğruna bir zulme göz yuman biri kendisi de zulmeder. Ya da zulme ses çıkarmaz. Haksız yere menhus bir zevk için bedenine zarar veren bir insan işinde üstlerinin zulümlerine de göz yumar. Sonra da neticesiz yakınır. Zulmetmeyen zulme de razı olmaz. Onu ortadan kaldırmak için bütün gücüyle mücadele eder. Şimdi gelelim insanların yakınmalarına kulak verelim. Ve bu kara tabloda kendi payımıza bakalım. Bence çözüm ordadır.
Yüzlerce ırmağın kendisine aktığı bir göl düşünelim. Göl oldukça pis ve bütün temizleme çabaları sonuçsuz kalmakta. Onlarca gemi yüzlerce kayıkla çöpler temizlenip arıtmaya çalışıldığı halde su bir türlü durulmamaktadır. O zaman S.T. Covey’in deyimiyle paradiğmal bir şiftle, yani dönüşümle çözüme yeni bir boyut kazandırmak gerekmektedir. Göle ya da denize su ile kirleri taşıyan bizzat ırmaklardır. Irmaklar temiz olmadıkça göl temiz olamaz. O zaman su kirliliğinden dem vuran ırmaklar kendi taşıdıklarına bakmalı. Gövde sağlam olmazsa elbette baş ta kokar. Gölde kiri görmek kolaycı bir yaklaşımdır. Asıl mesele koynumuzdaki yılanın farkına varmaktır.
Konunun sadedi babında bir kıssa anlatmak istiyorum. Bir gün Hz. İsa’nın huzuruna fahişe bir kadın getirirler. Halk galeyanda ve kadını taşlamak için sabırsız beklemektedirler. İsa halkın simalarında gerçeği görür ve şöyle der. ‘Aranızda günahsız olan ilk taşı atsın.’ İlginçtir ki kimse kadını taşlamaya cesaret edemez ve çekip giderler. Evet, İsa onlara imayla bu fahişe sizin günahlarınızı gösteren bir aynadır der. Siz onu taşlayacağınıza onu doğuran içinizdeki sapığı taşlayın. Zira o fahişe bu günahı tek başına yapmadı. Evet, dışarıda bir fahişe var bu doğru ama o sadece içinizdeki eğilimlerin bir yansımasıdır. Eğer işleyen çarktan memnun değilsek ve bir değişime ve dönüşüme ihtiyaç var, bir devrim olmalı diyorsak bunun adresi belli. En kalıcı devrim kalplerde ve zihinlerde yapılan devrimdir, en zor olanı da odur. Siyaset ve yönetim yalancı bir ‘fahişe’dir fakat onu bizim şehvetimiz doğurdu. Onun iffetli, sadık bir hatun olmasını isteyen içindeki sapığı dizginlesin.
-Abdürreşid Şahin
0 Yorumlar