Epistemoloji genel anlamıyla bilginin ne olduğunu, kaynağını, değerini, doğruluğunu (bir doğrunun olup olmadığını) ve sınırlarını sorar. Kant’ın temel sorularından olan “Was kann ich wissen?” (“Ne bilebilirim?) sorusu da tam olarak bununla ilgilenir (link). Bilim kuramı ise gündelik bilgi, dini bilgi veya felsefi bilgiden ayrı olan, rasyonalite üzerine kurulu olan bilgi türü, yani bilimsel bilgi ile ilgilenir. Bilimsel bilgi akıl, deney ve gözleme gibi bilimsel yöntemler ile elde edilir. Bilimsel bilgi diğer bilgi şekillerine göre daha az ve daha zor sorgulanabilir gerçekler sunar bize; çünkü nesneldir, sistemlidir, mekaniktir ve kesin sonuçlar iddia eder. Tam olarak burada tarihsel epistemolojinin fikir öncüsü olarak kabul edilen Ludwik Fleck karşımıza çıkar.
Ludwik Fleck (1896-1961) Polonyalı bir mikrobiyolog, imünolog ve epistemoloji teorisyenidir. Ana felsefi çalışması “Bilimsel Bir Gerçeğin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi”, modern bilimsel araştırmanın bir klasiği olarak kabul edilmiştir (link). Mezkûr eseri bilim tarihi, bilim teorisi, bilim sosyolojisi ve fikir tarihi disiplinlerinde önemli bir yere sahiptir. Fleck genel olarak akılcılığın daima belli bir kavramsal sistemin türevi olduğunu savunur.
Fleck’e göre, başarılı bir bilgi kuramı, bilim kriterlerinin oluşturulduğu tarihsel ve sosyal faktörleri dikkate almalıdır. Bu tezle bağlantılı olarak, evrensel bilim kriterlerinin formülasyonunu reddeder ve bu sebepten dolayı tarihsel epistemolojinin öncüsü olarak kabul edilir. Fleck’in felsefi çalışması hayatı boyunca büyük ölçüde göz ardı edilir. Ana eserinin yayınlanmasından sonraki ilk yirmi yılda, takriben 500’den az kopyası satılır. Teorilerinin yeniden benimsenmesi Thomas S. Kuhn’un, “Bilimsel Devrimlerin Yapısı”nın (link) önsözünde Fleck’in “kendi düşüncelerimin çoğunu öngördüğünü” belirtmesiyle gerçekleşir. Kuhn’un büyük bölümlerini intihal ettiği eserden bu kadar az bahsetmesinin değerlendirmesini de size bırakıyorum.
Ludwik Fleck gerçek bilgi kavramını temelden sorgular. Temel varsayımı, bireyci epistemolojinin sadece hayali ve yetersiz bir bilimsel bilgi anlayışına yol açmasıdır. Fleck’e göre, bilim bir yapı değil, bir faaliyettir. Bu nedenle, bilim insanları sosyolojik bir yapıyı temsil ederler. Düşünce biçimi (ki Kuhn buna daha sonra “paradigma” adını verecektir) bilimi takip eden bir düşünce kolektifi, sosyal bir birim, bir topluluk oluştururlar. Thomas Kuhn sonradan bu topluluklara “scientific community” adını verecektir. Bir düşünce biçimi, bir eğitim içinde genç bilim adamlarına aktarılan düşünce kolektifinin alışkanlıklarından ve geleneklerinden kaynaklanır. Yetişen bilim insanları, düşünce tarzı çerçevesinde çok sıkı bir şekilde sosyalleşirler ve buna göre eğitilirler, böylece algılanan fenomenleri sisteme (düşünme tarzına) sığacak şekilde içselleştirirler. Fleck düşünce tarzından (“Denkstil”) başka bir ifadeyle “yönlendirilmiş algı” olarak bahseder. Bu algı aynı zamanda bilim pratiğini ve deneylerle ilgili uygulamaları da içerir.
Ludwik Fleck’e göre bilimsel gerçekler, algılanan şeyler ve “Denkkollektiv” (link) (düşünce kolektifi veya düşünce toplulukları) arasındaki özel bir ilişki yoluyla ortaya çıkar. Yönlendirilmiş algı, metodoloji ve katılaşmış düşünce tarzları burada çok merkezi bir rol oynar. Bir kişi bir bilimsel bir topluluğa katıldığında (ki bu aynı zamanda bir sosyolojik gruptur) ve o topluluğa aidiyet kesbettiğinde algısı sınırlanır, o topluluk ile şekillenir. Bu örnek, yaşamın diğer alanlarına benzer şekilde uygulanabilir. Dini cemaatler, partiler, meslek grupları, mahalle ahalisi veya diğer sosyolojik gruplar da birer “Denkkollektiv” oluştururlar.
Fleck’e göre tanıma (“Erkennen)”, algılayıcı, halihazırda bilinen ve algılanacak olan arasında var olan ikili bir ilişki değil, üç bölümlü bir ilişkidir. Bu nedenle üçüncü bağlantı kolektivite olarak anlaşılmalıdır. Ludwik Fleck ve Thomas Kuhn sosyal faktörleri kabul eder, bilim tarihini ve gelişme sürecini dikkate alırlar. Onlar için, bir teorinin keşfi ve temellendirme bağlamı arasında radikal bir mantıksal ayrım yoktur (Genesis und Geltung). Aslında doğa bilimleri için tasarlanmış olan bu teoriler tartışmalı olsa da sosyal bilimlere ve hatta günlük hayattaki gerçeklik arayışımıza dahi uygulanabilir. Gerçekliğin en rasyonel olanının bile sosyal şartların çerçevesinde oluşması bize hakikatin ne kadar göreceli olabileceğini hatırlatır.
Gerçeklik, algı veya kullandığımız dildeki hatalarla alakalı en basit ve açık örnekleri günlük hayatımızda bulabiliriz. Bergson “Felsefe, saf bir biçimde kendimize ve etrafımıza bakma kararımızdan başka bir şey değildir” derken haklıdır. Bu noktada günlük hayatımıza baktığımızda örneğin yer çekimini bilmemize rağmen bir şeyin düştüğünü söyleriz veya sürekli dilimize geçmiş şekliyle güneşin doğmasından bahsederiz ve çoğumuz bunların bilimsel gerçeği yansıtmadığını da biliriz. Yine de herkesin yaptığı gibi dili bu şekilde kullanmak zorunda hissederiz kendimizi. Ya da içine doğup büyüdüğümüz ve şu anda içinde yaşadığımız topluluğun inandığı herhangi bir saçmalığa inanıyoruzdur. Baştan bu grupların fikirlerini benimsemesek bile onların düşünce tarzlarıyla düşündüğümüzde zaten aşağı yukarı aynı sonuçlara varırız.
Düşünme tarzı sayesinde, her gözlem önceden programlanır, böylece “saf gözlem” artık mümkün değildir. Bilim insanı sadece bilimle ilgili şeyleri görmek için eğitildiği için bilimsel olarak izah edebileceği gözlemleri yapar. Bu fenomeni diğer düşünce kolektiflerinden veya sosyal medyada içinde bulunduğumuz “bubble”lardan farklı değildir. Çoğu zaman, olayları nasıl algılayacağımız ve hangi detayların değerlendirmemiz için belirleyici olacağı neredeyse önceden belirlenmiştir.
Her konuda olduğu gibi bilimde de konular spesifikleştikçe uzman sayısı azalır. Hakeza bu uzmanlar bir düşünce kollektifi oluştururlar. Uzmanı olmadığımız alanlarda bu dairenin dışında kalırız. Tıp doktoru, biyolog hatta virolog olmamız bile bizi kesin tezler ortaya koymaktan alıkoyar (alıkoymalıdır). Nihai sözü SARS-CoV-2 çalışmış olan sayısı az virolog söyleyecektir. Bu yüzden çoğu zaman bilim insanları/politikacılar/akademisyenlerle olan ilişkimiz güven üzerinden şekillenir.
Bilgi hiçten meydana gelmez, çünkü gözlemcinin bilgi birikimiyle direkt bağlantısı vardır. Bilginin ortaya çıktığı sosyal anı inkar etmek mümkün olmayacaktır. Mantıksal pozitivist olan Viyana Ekolünü’n üyesi Otto Neurath‘in ortaya attığı (link) “boş levha” (bkz. John Locke ve tabula rasa) önermesi Fleck ve Kuhn için kabul edilmezdir. Bilim onlar için yeni bir sayfaya yazılmaya başlanmış bir yapı, ya da sabit ve kesin doğrular üzerine kurulmuş bir yapı değildir. Kuhn özellikle örgütlü ve kurumsallaşmış bilimsel bilgiye paradigma adını verir. Egemen paradigma sadece bir devrim ile yerini başka bir paradigmaya verir; zira paradigmalar esnek değillerdir ve şartsız kabul görülmek isterler.
Bu anlatılanlar çerçevesinde içinde bulunduğumuz fikir aktivitelerini gözden geçirmekte fayda var: Sürekli gerçekleri tartışıyoruz, “yalan haberleri” ve” başkalarının doğrularını kabul etmek istemiyoruz, komplo teorileriyle bir yandan dalga geçerken diğer yandan içimizdeki ufak şüpheyi tam gideremeyebiliyoruz. Zihnimizi kullanmak ya da kendi kendine yapılan olgunlaşmamışlığımızı bırakmak için cesarete sahip olmak istiyoruz. En azından şüpheci olmak istiyoruz; ama aynı zamanda çok da çaresiz hissediyoruz ve destek arıyoruz. Bütün bu tezatlar karmaşasında aslında sadece anlamadığımız tezlerde ve teorilerde uzmanlıklarını kabul ettiğimiz insanlara güvenmekteyiz. Gerçeği bulmak, bilmek ve onu korumak isteriz, ama neticede sadece haklı olduğumuza inanmakla yetiniriz.
Viyana Ekolü gerçeğin ve bilginin felsefesini yapmak için kuruldu. İnsanlığın başlangıcından bu yana bulgularımızı mantıksal pozitivizm ışığında gözlemlemek için. Aynı gayreti sosyal yapılandırmacılar, relativistler, realistler, pragmatistler, tarihselciler ve diğerleri de gösteriyorlardır muhakkak. Bizler de eğilimlerimize göre bunlardan birisine daha yakınızdır muhtemelen.
Burada Karl Popper’ın eleştirel rasyonalizmini de tanıtmak istiyorum. Popper’ın bilimsel yöntem görüşü, “bütün sistemleri zorlu bir sınamadan geçirerek, sonunda nispeten elverişli” olan sistemi seçmek amacıyla, her kuramı “yanlışlamaya” tabi tutmaya dayanır. Popper bunu bir yaşam biçimi olarak tanımlıyor: “Yanlış olabileceğimi, haklı olabileceğinizi ve birlikte gerçeği öğrenebileceğimizi kabul ediyorum.” İhtiyatlı ve iyimser bir bakış açısıyla Popper bilimsel gerçeklere yaklaşır. Popper’e göre çok az da olsa hakikate adım adım yaklaşıyoruzdur ve bilim sürekli bu yoldaki problemlerle uğraşır. Zaten “Hayat Problem Çözmektir”.
Gerçek bulunan değil aranan bir şeydir. Gerçek aranabilir ve aranmalıdır. Bulduğumuz her şey, gerçeğin bir parçasını, yani sonsuza kadar devam eden sınırsız bütünün küçük bir gerçekleşmesini temsil eder. Ama bulduğumuz “gerçeklerin” de yeterince “yanlışlayamadan” elden atılmayacak kadar değerli olduğunu düşünüyorum.
-Halil Topcuk
Not: Bu yazı ilk olarak https://gorus21.com/bilim-bilim-bilmektir/ adresinde yayınlanmıştır.
0 Yorumlar