Bu yazımda Reza Aslan’ın “God: A Human History of Religion” kitabının (
link) bir özetini ve üzerine yorumlarımı yazacağım. Reza Aslan çok ilginç bir kişi. Şii bir müslüman olarak büyüyen Aslan, 15 yaşındayken Evanjelik Hristiyan oluyor, üniversiteyi bitirdikten sonra ise tekrar Müslüman oluyor. Aslan şu an kendisini sufi bir müslüman ve bir panteist olarak tanımlıyor. Aslan’ın ilahiyat üzerine lisansı ve yüksek lisansı, kurgu yazı üzerine yüksek lisansı ve sosyoloji alanında doktorası var. Halen (yaptığı yazarlık, TV programları gibi diğer aktivitelerin haricinde) UC Riverside’da Yaratıcı Yazı (Creative Writing) profesörü.
Bu Aslan’ın okuduğum ikinci kitabı, ilk okuduğum “No God But God” kitabı gibi bu kitabına da çok beğendim. Ben bir akademisyen olduğum halde akademik dille yazılan kitaplar yerine akıcı dille yazılan kitapları daha çok seviyorum. Sevdiğim yazarlardan olan Yuval Harari, Lesley Hazleton, Richard Holloway gibi Reza Aslan’ın da (profesör olduğu alandan olsa gerek) yazı dili çok kuvvetli, güzel ve akıcı.
Kitap 279 sayfa, ama bunun 79 sayfası dipnotlardan, 29 sayfası ise kaynakçadan oluşuyor. Yani dipnotları okumazsanız kitap sadece 171 sayfa. Kitabı Neandertallerden ve ilk Homo Sapienslerden başlayıp günümüze kadar insanların Tanrı ve din anlayışının akıcı bir anlatımı olarak tarif edebiliriz; dolayısıyla bir bakıma bir dinler tarihi kitabı gibi görebiliriz. Ama stil bakımından standart bir kitap değil. Aslan arkeoloji, antropoloji, dinler tarihi ilimlerinin verdiği verileri kullanıyor, ama bunları psikoloji ve sosyoloji açısından harmanlıyor ve tüm anlatımını bunun üzerine kurmuş. Kitap ilk ve son bölümü haricinde bir bilim adamı gözüyle yazılmış. Kitabın ilk ve son bölümleri biraz daha kişisel diyebiliriz.
Kitap Tanrı (ve Tanrılara) bakışı ve dini inanışları rasyonel bir bakışla hikayelendiriyor, ama Tanrı’dan vahiy aldığını söyleyen peygamberler “gerçekten vahiy mi alıyorlar, veya sadece kafalarında sesler mi duyuyorlar, veya bunları tamamen uydurmuşlar mı” sorusuna dair “agnostik” bir tavır sergiliyor diyebiliriz. Aslan bunu açıkça yazmasa da bence kitaptaki bu tavrı Richard Holloway’in “A Little History of Religion” kitabında açıkça söylediği tavır ile aynı: “Kuşkucu kimseler peygamberlerin duyduğu veya gördüğü şeyler gerçek mi sorguluyorlar. Pekala, ama asıl önemli nokta farklı. Tartışılamaz olan şey bu duyum ve gözlemlerin onlar hakkında anlatılan hikayelerde bulunuyor olması, ve bu hikayelerin milyarlarca insan için bir mana ifade etmesi.”
Çok uzun bir girizgahtan sonra kitap özetine geçeyim (1). Kitabın girişi “Bizdeki Şekilde” başlığında. Bu kısma Aslan, çocukken Tanrı’yı büyük, güçlü, gökte yaşayan ve büyülü güçleri olan bir yaşlı adam olarak hayal ettiğini söyleyerek başlıyor. İslam dahil tüm dinlerin Tanrı’yı insani özelliklere benzeterek düşünmekten başka çaresi olmadığını; bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde Tanrı’yı “kendi şeklimizde” biçimlendirdiğimizi iddia ediyor. Bu bölüm Aslan’ın Tanrı'ya, inanca ve dinlere bakışını ortaya koyuyor. Tanrı’nın varlığını veya yokluğunu ispat etmekle hiç ilgilenmiyorum, çünkü bence ikisi de mümkün değil diyor. Diyor ki: “Din sembol ve metaforlardan oluşan, inananların kendileri ve birbiriyle iletişim kurmasını ve anlatılamaz inanç deneyimlerini yaşamasını sağlayan bir dilden başka bir şey değildir.” Devam ediyor, “Benim aradığım Tanrı kavramının tek bir dini gelenek ile anlaşılamayacak kadar engin olduğunu anlamam yıllarımı aldı. Tanrısalı deneyimlemeyi ancak ruhi bilincimdeki Tanrı’yı insanilikten uzaklaştırarak (dehumanize) elde edebildim.” Bu kendi düşüncesini çok iyi açıkladığı bölüm şu kendince hatırlatma ile bitiyor: “İster tek Tanrıya, ister çok Tanrı’lara inanın; ister Tanrı’ya inanmayın; Tanrı’yı kendi şeklimizde biçimlendiren biziz; Tanrı bizi o şekilde biçimlendirmemiz için biçimlendirmedi. Ancak bu hakikati anlayabilirsek daha olgun, daha huzurlu, daha temel bir maneviyata ulaşabiliriz.”
Giriş kısmı sonrasında Aslan kitabını üç kısma bölmüş. İlk kısmı “Somutlaşmış Ruh” başlığında ve üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm “Cennetteki Adem ve Havva.” Bu bölüm Hz. Adem ve Havva’yı Kuran’daki ve Eski Ahitteki anlatımıyla değil, ilk homo sapiensler, (veya kendisini tabiriyle ilk akıllı insanlar) olarak anlatıyor. Adem ve Havva’nın -sezgisel bir şekilde- bir ruha sahip olduklarını düşündüklerini ve ölülerini gömme sebebinin bir ahirete inanmaktan başka bir sebeple olamayacağını söylüyor (Home Erectusun ve Neandertallerin da benzer inanışlara sahip olduklarını ekliyor.) Bu kısımda animizm (canlandırmacılık) inanışı, yani doğanın bütün olarak ve teker teker maddi dünyanın ötesinde bir ruha sahip olması inanışı anlatılıyor. O devirlerden kalma mağaralardaki dini inanışa dair ayrıntıları uzun uzun anlatıyor Aslan. Milattan önce 1800 ila 1600 yıllarından kalma Trois-Freres mağarasında bulunan insan-hayvan karışımı olan “The Sorcerer” (Büyücü) resminin aslında bir şamanı resmetmediğini, Tanrı’nın insanlık tarihinde bulunan ilk resmi olduğunu söyleyerek bitiriyor.
İkinci bölüm “Hayvanların Hakimi.” Bu bölüm antik zamanlardan beri dünyanın neredeyse her tarafında görülen “Lord of Beasts” Tanrı görüşü hakkında. Aslan şu soruyu soruyor: “Atalarımız nasıl oldu da ilkel animizmden daha komplike Lord of Beasts dinine ulaştılar?” Aslında bu bölümün cevaplamaya çalıştığı ana soru dinler neden ortaya çıktı sorusu. Aslan burada bu soruya dair verilmiş birçok değişik cevaplardan (mesela rüyalar, korku, doğada karşılaşılan şeyler, ölen atalar) ve bunların neden tamamen açıklayıcı olamadığından bahsediyor. Aslan’a göre dini dürtünün sebepleri sosyal hayatta, insanlara bir kollektif bilinç sağlayabilecek ayin ve ritüellerde aranmalı. Acaba dini inanç insan evrimi sırasında ona avantaj sağlayan bir şey miydi ki inançlı insanlar genlerini sonraki nesillere taşıyabildiler? Aslan’ın bu soruya cevabı hayır. Aslan bu bölümü şu şekilde bitiriyor: “Din evrimsel bir adaptasyon değil, daha önceden var olan evrimsel bir adaptasyonun tesadüfi bir şekilde ortaya çıkan bir yan ürünü.”
Üçüncü bölüm “Ağaçta Görülen Yüz.” Bu bölümün ana kavramlarından birisi “Hypersensitive Agency Detection Device (HADD)” HADD evrimsel geçmişimizle bize ulaşan “anlaşılmayan bütün olaylara bir insanı aktör ve insani sebep sezen” bir davranışsal durum. Bu kısımda Aslan, Havva’nın ormanda dolaşırken yakınında bir ağaç varken anlayamadığı bir ses sonrasında -HADD’den dolayı- ağaçta bir yüz görmesinin, sonrasında ona bir ruh isnat etmesinin, bunun bir sosyolojik olarak bir tapınmaya ve bir Tanrı inancına ulaşmasının hikayesini uzunca anlatıyor.
Ardından kitabın ikinci kısmı başlıyor: “İnsanileştirilmiş Tanrı.” Bu kısmın ilk bölümü “Mızraklardan Sabana.” Bu bölüm Adem ve Havva’nın cennet bahçesinin Şanlıurfa'da olduğunu söyleyerek başlıyor. Sonra cennetteki Adem-Havva inanışının (kendisine göre mitinin) aslında homo sapienslerin avcı-toplayıcı olduğu zamana işaret eden bir “halk belleği” olduğunu söylüyor. Sonra Şanlıurfa yakınlarındaki Göbekli Tepe’yi anlatmaya başlıyor. Göbekli Tepe bildiğimiz üzere milattan önce 10,000. yıllardan kalma “dünyanın bilinen ilk mabedi”. İşin ilginç tarafı o civarda insanların yaşadığına dair hiç bir iz rastlanmamış, dolayısıyla orası insanların değişik yerlerden gelip ibadet ettiği, ibadet için toplandığı bir yer. Buradan ilginç bir iddia da bulunuyor Aslan: insanların tarıma başlaması ve hayvanları evcilleştirmesinin sebebi organize dinlerin doğmuş olması. İnsanların hayvanlara ve bitkilere hükmetmeye başlaması üzerine ilk defa artık “kainatın bir parçası” olmaktan ziyade kendilerini “kainatın merkezi” olarak görmeye başladıklarını söylüyor Aslan. Bu devri aynı zamanda Tanrı’nın insanileştirilmesinin başlangıcı olarak görüyor.
İkinci kısmın ikinci bölümü: “Yüce İnsanlar.” Bu bölüm Sümerlilerin Atra-Hasis destanından uzun bir kesit ile başlıyor. Bu bilinen ilk Nuh Tufanı hikayesi aynı zamanda dünyanın çok değişik yerlerinde ve değişik zamanlarda çok benzer anlatıları olan bir hikaye (mesela Eski Ahit ve Kuran haricinde Gılgamış destanı). Bu kısım uzunca Sümerlileri anlatıyor, Sümer dilinde Tanrı’nın “ilu” yani “Yüce İnsan” olduğunu söylüyor. Sümerlilerin Tanrılarının insani özellikleri olduğunu söylüyor. Oradan Mezopotamya'ya, oradan Mısır’a, oradan Antik Yunan’a geçerek bu zamanlardaki çok Tanrılı inançları, Tanrıları simgeleyen putların nasıl anlaşıldığını, Tanrıların kendi arasındaki ilişkileri, hiyerarşiyi, bu hiyerarşi içinde Tanrıların yükselip gerileyebildiğini anlatıyor. Bu bölüm son kısmında Antik Yunan düşünürlerinin bir kısmının bir süre sonra “Tek Tanrı” fikrine ulaştıklarından bahsediyor.
İkinci kısmın üçüncü bölümü: “Yüksek Tanrı.” Bu bölüm bir Mısır Firavunu olan Akhaten’in o zamana kadar yüzlerce Tanrı ile yaşayan Mısırlılara sadece tek Tanrı olduğunu iddia ettiği “Aten” yani güneş Tanrısına ibadeti zorunlu kıldığını, ama o ölünce Firavun olan Tutankhamun’un tekrar çok Tanrılı sisteme geçip Aten’i ve Akhaten’i neredeyse tarihten sildiğini anlatarak başlıyor. Bundan yaklaşık 200 sene sonra (milattan önce 1100) Zerdüşt’ün Pers dinindeki çok Tanrıları reddedip bir tek Tanrılı inanç oluşturmaya çalıştığını, çok gücü olmadığı için bunu hayatta kaldığı süre boyunca yapamadığını; ama milattan önce altıncı yüzyılda Zerdüşt’ün dininin tekrar canlandığını, canlanırken “iyi Tanrı ve kötü Tanrı” şeklinde bir dual inancın çıktığını anlatıyor. Sonrasında şu soruyu soruyor. Yüzbinlerce yıldır değişik inançlar olduğu halde, bugün çok yaygın olan Monoteist -yani tek Tanrılı- inancın geçmişi neden sadece üç bin yıl? Buna bir cevap olarak insanların çok değişik özelliklerin hepsini birden tek Tanrı’da toplamalarının, ve böyle bir Tanrı ile iletişime geçmenin zor olduğunu söylüyor Aslan. Tarih içinde yapıları da değişen Tanrılar hiyerarşisinde bir Tanrı’yı “Yüksek Tanrı” olarak kabul etmenin kolay olduğunu, ama başka Tanrılar olmamasını kabul etmenin yine insanlar için zor olduğunu söylüyor.
Kitabın üçüncü kısmı “Tanrı Nedir?” Bu kısmın ilk bölümü “Tanrı Tekdir” başlığında ve İsrailoğulların hikayesini anlatıyor. Bence bu bölüm, kitabın en ilginç bölümü. Bölüm milattan önce 586’da Babil kralının Kudüs’ü işgal edip oradaki Yahudi mabedini yıkmasının anlatımı ile başlıyor. Hemen ardından şunu ekliyor. O zamanlarda tüm kavimler aslında değişik Tanrı’ların kavimleriydi, dolayısıyla kavimler arasındaki savaşlar aslında Tanrılar arasındaki savaşlar olarak görülebilirdi. Bu yenilgi ile Yahudilerin gözünde kendi Tanrıları olan Yahweh, Babillerin Tanrısı olan Marduk’a yenilmiş oluyordu. Sonra Eski Ahitteki ve Kuran’dakine benzer bir Hz. Musa hikayesi anlatıp bunun arkeoloji ve tarih ile çelişen kısımlarından bahsediyor. Hz. Musa’nın Tanrı'sının Medyan Tanrı’sı olan Yahweh olduğunu, halbuki Hz. İbrahim, İshak ve Yakub’un El isminde başka bir tanrısı olduğunu söylüyor. Zaten Eski Ahit’in uzun süre içinde yazılmış halinde hem El (Elohim), hem Yahweh Tanrılarından bahsedildiğini, bunun zaman içinde Elohim’e Lord (Rab), Yahweh’e God (Tanrı) denilerek birleştirildiğini söylüyor. Aslan’ın iddiasına göre Babil’deki sürgünlerinden önce (yani Hz. Musa da dahil diğer İsrailoğulları peygamberleri sırasında) İsrailoğulları Monoteist (yani tek Tanrı’ya inanan) bir topluluk değildi, onlar aslında Monolatristic (yani diğer Tanrıların varlığını inkar etmeyen ama tek Tanrı’ya tapan) bir topluluktu. Elohim ve Yahweh sadece İsrailoğullarının pantheon’unda (Tanrılar arasında hiyerarşik yapı) değişik zamanlarda Yüksek Tanrı konumuna yükselen Tanrılardı. Bu benim daha önce hiç duymadığım ve bana çok ilginç gelen bir kısım. Aslan, bu bölümün sonunda en başta anlattığı Yahudi tapınağının yıkılmasıyla başlayan Babil esaretinin (yani İsrailoğullarının peygamberlerinin değil), İsrailoğullarında diğer Tanrıları inkar edip tek Tanrı olduğu inancına ulaşmasına sebep olduğunu iddia ediyor.
Kitabın üçüncü kısmının ikinci bölümü “Tanrı Üçtür” başlığında ve Hristiyanların hikayesini anlatıyor. İncil bildiğimiz üzere dört gospel’den (müjde) oluşuyor. Bunlardan birisinin yazarı olan John (Yuhanna) Hz. İsa’nın yaptıklarını (özellikle ölümü ve yeniden dirilişi) diğer üç yazardan farklı anlattığını, Hz. İsa’nın aynı zamanda Tanrı olduğunu iddia ettiğini söylüyor. Aslan aynı zamanda bu gospel’i Havari John’un kendisinin yazmış olamayacağını, çünkü gospel’in yazıldığı sırada Havari John’un çoktan ölmüş olduğunu söylüyor. Aslan sonra “bir Tanrı’nın” “bir insan” tarafından temsil edilmesinin, yani insanın Tanrılaştırılmasının aslında yeni bir şey olmadığını, birçok eski inanışta görüldüğünü söylüyor. Ama John’a iddiası olan Hz. İsa’nın “tek Tanrı’nın kendisi” olması ilk defa ortaya koyulduğunu, ve dolayısıyla Hristiyanların ilk zamanlarında bu meselenin çok tartışıldığını, bir türlü bir uzlaşıya varılmadığını söylüyor. Sonra Aslan uzunca Sinoplu Marcion’un hikayesini ve onun Hristiyanlığın şekillendirilmesine etkisini anlatıyor. Sonra 1. Konstantin'in rüyası ve üzerine savaşarak Roma imparatoru olduktan sonra Hristiyanların öldürülmesine son vermesini, sonra “Tek Tanrı, Tek İmparator” olmayı tercih ettiği için Hristiyanlığı seçtiğini, sonra Hristiyanların Hz. İsa Tanrı mıdır değil midir sorusuna kesin cevabı vermeleri için İznik konsülünü toplamasını anlatıyor. Sonrasında teslis inancı uzlaşı olarak kabul ediliyor.
Kitabın üçüncü bölümünün üçüncü kısmı: “Tanrı Her Şeydir.” Bu bölüm Tanrı üçtür inancına sahip Hristiyan Bizans imparatorluğu ile Tanrı ikidir inancına sahip Zerdüşt Sasani imparatorluğunun üç yüz yılı aşan savaşları sonucunda birbirlerini zayıflattıklarını, milattan sonra 630 yılında Bizanslıların Sasanilerden Kudüsü aldığını ve sonra bir barış anlaşması yaptıklarını anlatarak başlıyor. Bundan hemen sonra iki imparatorluğun kralının da daha önce ismini hiç duymadıkları bir Tanrı’nın (Allah) elçisi olduğunu iddia eden Hz. Muhammed’den onları dinine davet eden bir mektup aldıklarını ve bunu hiç önemsemediklerini; halbuki bundan sadece 100 sene sonra Sasanilerin tamamen yok olduğunu, Bizanslıların ise yenilerek küçüldüklerini söylüyor. Sonra kısaca Hz. Muhammed’in hikayesini anlatıyor. O zamanki Arapların Allah’ı fiziksel formu ve putu olmayan (Yunanlılardaki Zeus gibi) bir “Yüksek Tanrı” olarak gördüklerini, ama politeist olduklarını anlatıyor. Hz. Muhammed’in o zamanlar çok güçlü olmayan Yahudiler gibi “Tanrı Tektir” iddiasında bulunmasının ekonomik olarak Arapların önde gidenlerinin hoşuna gitmediğini, Allah’ın aslında Yahudilerin Tanrısı olan Yahweh ile aynı olduğu iddiasının ise Araplar tarafından kabul edilemez olduğunu söylüyor. Hz. Muhammed’in görünürde yapmaya çalıştığının Tanrı’yı insanilikten uzaklaştırmak (dehumanize) olduğunu, ama Kuran’daki Allah hakkındaki antropomorfik (insan biçimli) anlatıların metaforik olarak algılanmazsa bunun başarılamadığını iddia ediyor. Hemen ardından Ebu Hanife’den ve Eşari’den, kelam ilminden kısaca bahsediyor. Sonra Mevlana, Şems ve Sufi’lerin hikayesine geçiyor. Sufi’lerin geleneksel İslam teolojisini değil, Tanrı ile “direk irtibata geçmeyi” öncelediklerini iddia ediyor. Sehl et-Tuşteri’den, Beyazid-i Bistami’den, Hallacı Mansur’dan, İbni Arabi’den, vahdeti vücud fikrinden bahsediyor. Bu bölüm sufilerin tevhid görüşüne göre “Tanrı varolan her şeyi Yaratan değildir, Tanrı varolan her şeydir” iddiasıyla bitiyor.
Kitabın sonuç bölümünün başlığı “Tek.” Bu bölüm ilk bölüm gibi kişisel bir bölüm. Bu bölüm Hz. Adem ve Havva’nın yasak ağaçtan yemesi hikayesini değişik bir bakış açısıyla anlatıyor ve sonunda Aslan şöyle diyor: “Adem ve Havva Tanrı’nın emrine karşı geldikleri için cezalandırılmadılar, Tanrı olmaya çalıştıkları için cezalandırıldılar.” Hikayenin sonunda şu panteist sonuca ulaşıyor Aslan: “Tanrı bizi kendi şeklinde yapmadı, biz de Tanrı’yı kendi şeklimizde yapmadık; aslında biz Tanrı’nın -aynı formda olmasa da öz olarak- bu dünyadaki şekliyiz.” Sonra ekliyor: Kainat ve Tanrı birbirinden bağımsız ve ayrık değil; aslında kainat Tanrı’nın kendisini ifade etmesi, Tanrı’nın özünün anlaşılması ve deneyimlenmesi. Sonrasında devam ediyor: Tanrıyı bir prizmadan geçen bir ışık gibi düşünün, prizmadan çıkan farklı renkler değişik görülebilir, ama öz olarak aynıdır, çünkü kaynakları aynıdır; dolayısıyla görünüşte birbirinden ayrık ve farklı olan şeyler aslında tek bir gerçekliktir, ve o gerçekliğe biz Tanrı diyoruz. Aslan panteizm inancına sufilik üzerinden ulaştığını ama bu inancın benzerlerinin aslında çok inanç ve görüşte (Hinduizm, Taoizm, Spinoza, mistik Yahudilik, Eckhart gibi) görüldüğünü söylüyor.
Aslan benim inandığım Tanrı kişiselleştirilmiş değil, insanilikten uzaklaştırılmış -maddi formu olmayan, saf varoluşta olan; ismi, özü, kişiliği olmayan- bir Tanrı diyor. Ben Tanrı’ya ondan korkarak değil, kainatın yaptıklarına hayret ve şaşkınlık ile bakarak ibadet ederim, Tanrı’ya duayı ondan bir şey istemek için değil, onunla bir olmak için ederim diyor. Tanrıyı bilebilmemin tek yolu, gerçek manada bilebileceğim tek şey diyor: kendimi bilmek. Bölümün ve kitabın sonunda şu iddiada bulunuyor: “İnsanlar olarak biz bu dünyaya, doğuştan gelen -öğretilmemiş, zorlanmamış, teşvik edilmemiş- duygu ile geliyoruz. Bu bizim fiziksel bedenimizden fazlası olduğumuz, ruhumuzun olduğu. Dolayısıyla biz ruhumuz olduğuna dair doğuştan inançlıyız.” Devam ediyor: inançlı olarak devam etmek ise, sadece bir tercih. Kitap şu cümlelerle bitiyor: “Öyleyse seçiminizi yapın. Tanrıya inanın veya inanmayın. Tanrı tanımınızı istediğiniz gibi yapın. Her halükarda mitolojik atalarımız Adem ve Havva’nın yasak meyveyi yemesi hikayesinden alacağımız bir ders var. Tanrı’dan korkmanıza gerek yok. Siz Tanrısınız.”
Aslan’ın kitabı çok ilginç bir kitap. İlk ve son bölümleri çok kişisel, arada kalan bölümleri daha bilimsel. Keşke Hıristiyanlık ve İslam’a daha fazla yer ayırsaydı. Sanki o kısımları fazla hızlı geçmiş. Kitabın sonuç kısmındaki yazdıklarını herkesi panteist olmaya bir davet olarak okuyabiliriz ve bu didaktik hava biraz rahatsız edici olarak görülebilir.
Bana ilginç gelen şu oldu. Dinlerin ve inançların psikolojiden, sosyolojiden, tarihi olaylardan kaynaklandığı, dolayısıyla “insan ürünü” olduğu bakış açısıyla yazılmış bir kitap sonunda Aslan, yine de dinleri/inançları değerli ve hatta bir bakıma geçerli görüyor, ve inancını koruyor. Tabii ki bu kitapta yazdığını baz alarak bir insanın herhangi bir dini veya inancı literal alması ve mutlak doğru kabul etmesi çok mümkün değil, ama hala inançlı kalabiliyor. Bu durumu ben çok orjinal buldum. Ben Aslan'ın kitabından çok istifade ettim. Bu kitabın anlatısından rahatsız olmayacak herkesin okumasını tavsiye ederim.
-İsa Hafalır
(1)
Kitaptan alıntılar sırasında tırnak işaretini her zaman kullanmadım, çünkü motomot çeviri yapmadım.
9 Yorumlar
Tanıtım için teşekkürler, ilk fırsatta okuyacağım.
YanıtlaSilTam da bir saat önce Dücane beyin "yalan" konulu videosunu izlemiştim. Geçmişte birçok sufinin ve filozofun gerek "kılıç korkusu" gerek başka sebeplerle şifreli gizli mesajlar verdiklerini anlatıyordu.
Sufilerden eskiden beri hep şüphelenmişimdir, "bunlar kelam veya ilmihal kitaplarının iman tarifine uymuyor, hatta kafir sınıfına bile girebilirler" diye.
Tasavvufta hint etkisi de sanırım önemli.
Yeni bir bakış açısı kazanıyorum sanki.
Yaziyi begenen arkadaslarima Netflixdeki" The Story of God" adli belgeseli izlemelerini tavsiye ederim..
YanıtlaSilBu arada cok tesekkurler kitap cevirisi icin,Reza Aslan'dan alacak birseyi yoktur bizim mahallenin adam sii,birkere din degistirmis,sonra tekrar Islama donmus vs..bizim mahalle sasmaz,yanilmaz adam sever ama dusunen ve anlama cabasi icerisinde olan kisiler icin kiymetli bir kaynak.
Vahyi bir nevi deha olarak görüyordu cemil meriç...
YanıtlaSilSayın İsa Hafalır, hızla katetmekte olduğunuz deizm yolunda size başarılar dilerim.
YanıtlaSilİşte şu meşrep ( vahdetü’l-vücud) sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne bir şuhuda mazhar ise, vahdetü’l-vücuddan değil, belki vahdetü’ş-şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir. Hattâ, Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab içinde dalmış ise, maddiyata mütevağğıl ise, vahdetü’l-vücud demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.
YanıtlaSilMeselâ, bir aynada güneş görünüyor. Şu ayna, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayı ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o ayna, fotoğraf aynası ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, aynada görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem aynayı süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Ayna içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş.
YanıtlaSilİşte bu temsile binâen, "Aynada hakikî güneşten başka birşey yoktur" denilmek ve aynayı zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat aynanın sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; "Güneşten başka içinde birşey yoktur" demek yanlıştır. Çünkü, aynanın parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller.
Vahdetü’l-vücudu nasıl görüyorsun?
YanıtlaSilElcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkidir. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetü’l-vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vacibü’l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler. Maddeperver hükema ve zaifü’l-itikad ehl-i nazarın vahdetü’l-vücudu ile evliyanın vahdetü’l-vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:
Birincisi: Muhakkikin-i sofiye, Vacibü’l-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, onun hesabına kainatın vücudunu inkar etmişler. Hükema ve zaifü’l-itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki, fehm-i ulühiyetten uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hatta ulühiyeti onda mezcetmek, hatta kainat hesabına ulühiyetten istiğna etmek derecede tarik-i müteassifeye girmişlerdir.
YanıtlaSilİkincisi: Muhakkikin-i sofiyenin vahdet-i vücudu, vahdetü’ş-şuhudu tazammun eder. İkincilerin, vahdetü’l-mevcudu tazammun eder. Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkidir. İkincilerin nazaridir.
Dördüncüsü: Birinciler, evvelen ve bizzat Hakka, nazar-ı tebei olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat halka bakarlar.
Beşincisi: Birinciler, Hüdaperesttirler. İkinciler, hodperesttiler.
Yazının içeriğine ilişkin ve yukarıda paylaşılan metinlerin izahına dair bir link: https://sorularlarisale.com/makale/said-i-nursinin-vahdet-i-vucuda-bakisi
YanıtlaSil