Header Ads Widget

test banner

Yunanistan Günlükleri

Bugün 5 Temmuz. İnsanlık için sıradan, benim için ise büyük bir gün. Kurtuluş günüm. Özgürlüğüme kavuşmamın ikinci sene-i devriyesi. Bu yazımı, bugüne özel, küçük bir hatıra yazısı olarak yazıyorum. 

Hikayemin ilk kısmı yüz binleri bulan 15 Temmuz sonrası KHK mağdurları ile pek çok ortak yön içeriyor. O lanet olası gece sonrası süreçte ailem ile birlikte hayatımız tam anlamı ile alt üst oldu. Önce işimizi kaybettik ve sonrasında İstanbul’dan köyümüze taşınmak durumunda kaldık. Türkiye’ye dönmeden önce on yıla yakın farklı ülkelerde çalışmış olduğum için işimi kaybetmek çok da büyük bir felaket olmayabilirdi benim için. Asil felaket “pasaport tahdidi” denen o melanet uygulama olacaktı. Bir gecede tüm hayatimizi berbat etmeleri, yurt içinde mesleğimi yapmayı kanunen engellemeleri, başka iş yapmamın önüne de her tür zorluğu getirmeleri yetmiyormuş gibi, rahat da bırakmıyorlardı ki Allah’ın geniş dünyasında başka bir yerlerde başımızın çaresine bakalım. 

Yaklaşık beş ay süren pasaport tahdidinin kalkmasını bekleme (şimdilerde ne kadar da safça geliyor bu beklenti kulağıma) süreci sonunda yüce devletim halime şükretmeyi daha iyi öğrenebilmem için beni gözaltına aldı ve ardından hapsetti. Toplam dört aylık tutukluluk süreci sonrasında adli kontrol şartı ile tahliye oldum. En azından artık yurtdışına çıkışım anayasaya uygun bir yöntem ile engelleniyordu.

Tahliyem sonrası, özgürlüğüme ve aileme kavuşmanın verdiği mutlulukla, ayrıca genel olarak dosyamda kıymet ifade edebilecek delil olmaması nedeni ile nispeten güzel günler geçirdim. Bir-iki duruşma sonrası beraat edeceğim kesin gibiydi (başka bir safça düşünce). Duruşmalar silsilesi tam bir yıl surdu. Karar açıklandı ve 7.5 yıl hapis cezası aldım: Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya yönelik yasadışı terör örgütü üyesi olma suçundan. Tek tesellim, cezam üst mahkemelerce onanana kadar adli kontrolün devam ediyor olması idi.

Bu karar ile birlikte adaletten beklentilerim tamamen tükenmişti. Yapmam gereken şey belli idi: kaçmak. Fakat böyle bir karar almak hiç de kolay değildi. Her şeyden önce, ömrünü yasal çerçevede yaşamış birisi olarak, yasadışı yollardan yurt dışına nasıl çıkılır, hatta bu işe nereden başlanır, en ufak bir fikrim dahi yoktu. Dahası, riskler çok fazla idi. Bu yolda ölenler oluyordu, basından duyuyorduk. Olur da yolda yakalanırsam doğrudan hapse girer, süremi doldurana kadar da bir daha kolay kolay çıkamazdım. Ailemden bir süre uzak kalmak zorunda olacaktım. Son olarak da, sınırın ötesine geçmekle işler bitmiyordu. Geçerli bir pasaportum yoktu ve geçiş sonrasında ne yapabileceğim de tam bir muamma idi.

Tüm bu riskleri göze alabilmek için “gitmemek” seçeneğinden ümidi tamamen kesmek gerekiyor. Az bir ümit kırıntısı bile insanı kararından vaz geçirebiliyor. Duruşmam Mayıs ay sonunda bitmişti ve yaklaşık bir ay sonra, 24 Haziran’da genel seçimler vardı. Bu “ümit” demekti. Az veya çok olmasının bir önemi yoktu. Kalmaktan yana ümit olduğu sürece gitmeye cesaret etmek olanaksızdı. Nihayetinde seçime kadar bekledim. Sonuçlar malum, yine hayal kırıklığı. Artık beklemenin hiçbir anlamı kalmamıştı.

Karar sürecinde en önemli desteği eşimden gördüğümü de özellikle belirtmeliyim. Metaneti ve desteği olmasa yol yakın iken çoktan vazgeçmiş olurdum belki de.

Artık gemileri yakıp kesin çıkmaya karar verdikten sonra hummalı bir şekilde işin yollarını araştırmaya başladım. Birkaç gün saatlerce doğu-batı sınır hatlarımızı Google haritalar üzerinden didik didik ettim. İnternetten bilgiler bulmaya çalıştım. Her yol çıkmaza gidiyordu. Bulabildiğim en “makul” öneri “Aksaray XX sokakta bir kahvede birkaç saat oturup çay için, onlar (insan kaçakçıları) yanınıza gelir zaten” olmuştu. Elbette ki bunu yapamazdım. Sağa sola sorup “ben kaçmak istiyorum, bir tanıdık var mı” diye sormak da aptalca olurdu. Nihayetinde hiç ummadığım bir yerden bir bağlantı buldum. Konuştuğum kişi bana pılımı pırtımı toplamam için sadece iki gün vermişti. “Tamam” dedim. Ailemle vedalaşıp İstanbul’a geçtim. 

Yasadışı yollardan yurt dışına çıkmak düşündüğümden de stresli, tehlikeli ve yorucu bir süreç olmuştu. Saatlerce süren bekleyişler, ormanlar-bataklıklar içinde yürüyüşler (neredeyse tamamı yasak askeri bölgeler içerisinde ve dolayısı ile diken üzerinde) gerekiyordu. Bir Cuma gecesi, yüksekçe bir tepelikten geçerken, yakındaki bir köyden gelen ezan sesleri eşliğinde, ve birkaç kilometre ötede, Yunanistan sınırları içerisindeki bir köyün ışıklarını seyrederek yürürken hissettiklerimi tarif etmem imkansız.

En nihayetinde o meşhur Meriç nehri kıyısına vardık, yaklaşık on kişi iptidai bir bota apar topar atlayıp yola koyulduk. Bot aheste aheste yol alırken, bir taraftan da haddinden fazla yük etkisi ile orta kısmından zaman zaman su alıyordu. Yerlerimizi değiştirerek denge sağlamaya ve suyun girişini engellemeye çalışıyorduk. 

Nehir geçişi yarım saat bile sürmemişti ve nihayet karşı kıyıya ulaşmıştık. Fakat karşı kıyıda bir sürpriz bizi bekliyordu. Öncelikle, kıyıya varır varmaz bota saplanan bir ağaç dalının etkisi ile bot patlayıp hızlı bir şekilde sönmeye başladı. Hemen suya atladık. Fakat henüz karaya çıkamıyorduk, zira “kara” dediğimiz şey, dikenlerle kaplı dimdik bir duvar idi. İşte o an, gecenin zifiri karanlığında, belime kadar bataklık suyuna batmış vaziyette, önümde dikenden bir dağ öylece dururken ben, hayatımın en mutlu anlarını yaşıyordum. Artık özgürdüm! Tehlike geçmişti. Gerisi detaydı.

Öyle de oldu. Bir saatlik bir çaba ve yardımlaşma sonrası dikenli tepeyi aşıp düzlüğe ulaştık. Çayırların üzerine uzanıp yakınlarımızı aramaya, müjdeli haberleri (hayatta ve Yunanistan’da olduğumuzu) vermeye koyulduk. Gece karanlığında kim ağlıyor kim gülüyor seçemiyordum, ama duygusal olarak yoğun bir ortamdı. 

Bulunduğumuz yere en yakın yerleşim yeri saatler uzaklıkta idi. Hemen yürüyüş yoluna koyulduk. Pek çoğumuz su şişelerini nehre düşürmüştü. Kalan az miktarda suyu da kısa zamanda paylaşıp bitirdik. Birazcık susuzluk çekecektik, ama olsun, özgürdük.

Sabah günün ilk ışıkları ile bir kasabaya vardık. Kendime sözüm vardı. Kasaba meydanında horon oynayacaktım. Ne kadar yorgun olduğumu, fakat adrenalinin yorgunluk hissimi nasıl baskıladığını ilk defa o an hissettim. Horondan ziyade Zeybek’e benzeyen bir şeyler oynayıverip en yakın banka attım kendimi.

Meydanda üç arkadaş idik. Onlara “botdaşlar” diyordum. Aç ve susuzduk. Açık mekan arama konusunda çekimserdiler. Gönüllü olarak kalkıp beklemelerini, dolaşıp tek başıma açık yer arayacağımı söyledim. Çok geçmeden bir sabahçı kafesi buldum. Cenneti görmüş gibi sevindim. Çeşit çeşit simit-poğaça ile birlikte kahve ve elbette bol bol su aldıktan sonra meydana geri geldim. Güzel bir kahvaltı ziyafeti çektik.

Gün iyice aydınlanmaya başlıyordu. Hedefimiz Atina’ydı. Bulunduğumuz sınır kasabası mültecilerin çok sık kullandığı bir yer olması nedeni ile sürekli kontrol altında idi. Yunan polis veya askeri şüpheli görünen herkese kimlik soruyor ve kaçak olduğu belli olanı gözaltına alıyordu. Bir an önce bu şirin kasabadan ayrılmalıydık. Tren istasyonuna gidip saatlere baktık. Erken saatte bir tren vardı. Gişe açılır açılmaz biletlerimizi aldım. Tren istasyona yaklaştı, binip koltuklarımıza kurulduk. Birkaç selfi paylaştım. İlk durağımız tatil beldesi olan Dedeağaç (Alexandropouli) idi. Sahile gidip duş alacaktık. Karnımız doyunca artık böyle lükslere de heves etmeye başlamıştık. Ve gerçekten de duşa ihtiyacımız vardı. 

Bu tren yolculuğu hayatımın en kısa seyahatlerinden biri oldu. Belki beş, belki on dakika bile gitmemiştik ki tren istasyon bile olmayan bir yerde durdu. İçeriye giren iki sivil görünümlü şahıs, “Passports” diye bağırdı. Konu belli olmuştu. Yakayı ele vermiştik. Fakat o kadar keyifliydim ki en ufak bir düş kırıklığı bile hissetmedim. Sivil polislere olmayan pasaportlarımızı gösteremeyince hemen aşağıya indirildik. Tren fazlalıklarından kurtulmamın rahatlığı ile hemen yoluna koyuldu. Rayların tam karşısındaki karakola götürüldük. Polisin ilk sorusu “Problem with Erdogan?” oldu. “YES!” dedik. Nezarete alındık. Yaklaşık 48 saatlik uykusuzluğun etkisi ile ne pislik ne kalabalık gözüme ilişmedi. Keyifle uyumaya başladım.

Öğle saatlerinde botdaşlarım tarafından uyandırıldım. Bir görevli parmaklıklar önünde “İngilizce bilen var mı” diye soruyordu ve aramızda en iyi ben biliyordum. Söylene söylene uyanıp görevliye “Yes?” dedim. Yerdeki çamaşır suyu dolu kovayı, fırça ve paspasları gösterdi. Kırık İngilizcesi ile tuvaletleri nasıl temizlemem gerektiğini tarif etti. Malzemeleri alıp botdaşlarıma bir selam yolladıktan sonra hemen işe koyuldum. Dedim ya, keyfimi hiçbir şey bozamazdı artık.

Bir süre sonra yemek geldi. Kuru fasulye, pilav ve domates salatası. Hepsi de çok lezzetliydi (elbette ki bize öyle gelmiş olabilirdi ama ne önemi var?). Öğleden sonra yasal işlemlerimiz yapılmaya başlandı. İsim isim ifadeye çağrıldık. Savcının odasına tek başıma girdim. Oldukça beyefendi birisi idi. Hem Türkçe hem de İngilizce biliyordu. Durumumu anlattım. İhraç edilişimi anlatırken, 1 Eylül tarihini duyunca “672 sayılı KHK değil mi?” diye sordu. Etkilenmiştim. Sorgum bittikten sonra birkaç dakika daha kişisel sohbet ettik. Sonunda “Endişelenmeyin, burada güvendesiniz. Bugün mülteci kampına gideceksiniz. Orada birkaç gün kaldıktan sonra serbestsiniz” diyerek koğuşuma uğurladı. 

Savcının dediği gibi oldu. Akşama doğru, o bölgeye yakın büyükçe bir Birleşmiş Milletler mülteci kampına götürüldük. İlk durağımız kampın kendisi değil, hemen bitişiğindeki hapishane idi. Hapishane kötü görünüyordu (ne bekliyorduk ki?). Kalabalık, havasız, eski ve pis idi. Çok farklı milletlerden mülteciler vardi. Botdaşlarımın ikisi de Türkiye’de hiç hapishaneye girmemişlerdi. Bu ortamı görünce moralleri epey bozuldu, suratları düştü. İkisini de bir güzel fırçaladım: “Ben Silivri’de kaldım. Buranın yanında dört yıldızlı otel sayılırdı. Ama ben burada çok daha rahat ve huzurluyum. Çünkü biliyorum ki en fazla bir hafta sonra çıkacağım. Silivri’de ise yıllarca kalmak gibi bir tehlike vardı (nitekim Silivri koğuş arkadaşlarım üç yıl sonra tahliye olacaklardı). O yüzden ses etmeyin, bir yatak bulun ve mışıl mışıl uyuyun”.

Üç gün hapishanede kaldıktan sonra Birleşmiş Milletler kampına alındık. Orada da uzunca mülakatlar, kayıtlar surecinden geçtik. Sonrasında koşulları nispeten daha iyi olan barakalara alındık. Günler sonra sıcak duş alıp hala nehir suyu kokan çamaşırlarımızı yıkadık. Tam özgürlüğe adım adım yaklaşıyorduk. İki günlük kamp sonrası tekrar hapishaneye alındık. Artık sadece siyasi sığınma başvurumuzun ön kayıtlarının neticelenmesini bekliyorduk. İlk yakalanmamızın üzerine tam bir hafta geçtikten sonra nihayet işlemlerimiz sonuçlandı. Geçici bir iltica başvuru belgesi ile birlikte salınıverdik. Bu belge ile Yunanistan içerisinde serbestçe dolaşabilecektik.

Hapishane çıkışı önce otobüs ile yakındaki bir ilçeye, oradan da üçer-beşer kişi taksilerle Dedeağaç havaalanına geçtik. Yolda, güvendiğim ve tüm süreçte hep destek olan bir arkadaşımı arayıp bana Atina’da kalacak yer ayarlamasını rica ettim. Bir saat sonra bana AirBnB’den kiraladığı dairenin konumunu ve ev sahibinin numarasını gönderdi.

Bir saatlik bir uçuş sonrası Atina havaalanına indik. Artık gerçek anlamda özgürdüm. Her şey çok farkı hissediliyordu. Hava farklı kokuyor, suyun tadı farklı geliyordu. Hayatın her anı yaşamaya değerdi. Belki her zaman öyleydi ama bunu ben şimdi gerçek anlamı ile hissediyordum. Saat gece yarısı olduğunda mütevazi stüdyo daireme yerleştim. Kırk metrekarelik o daracık mekan, iki ay boyunca “evim güzel evim” oldu. 

Sonrasında Atina’da yaşadığım günler hep dolu dolu geçti. Gezdim, çalıştım, insanlarla sohbet ettim. Tavernalardan çıkıp kafelere girdim. Dolaşabildiğim kadar Yunan adası dolaştım. Aslında yasadığım her şey mütevazi denebilecek zevkler, daha da çoğunluğu hayatın olağan akışından ibaret idi. Fakat benim için anlamları bambaşka idi. Karanlık bir gelecekten kaçmış, elimden haksızca alınan özgürlüğüme yeniden kavuşmuştum. İnsan özgürlüğün gerçek kıymetini ancak kaybedince tam olarak anlayabiliyor.

Nehir Geçen

Twitter: @Nehirgecen 

author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

3 Yorumlar

  1. Çok güzel bir yazı. Ama devamı olmalı bunun. Bekliyorum

    YanıtlaSil
  2. Devamını, yazı dizisi olarak bekliyoruz.

    YanıtlaSil
  3. Yeterince çoğunluğu sağladığınızda Yunanistan'da da bir FET-Öcü darbe yapmaya kalkışmanızı tavsiye ederim, bakalım karşılama seremonisinde ki sivil polisler, nazik Türkçe konuşan dertleştiğin savcı, gezip tozduğun yerlerin Yunan ahalisi sana nasıl davranacak? Muhtemelen medeniyetin ve insanlığın dibini sana göstereceklerdir. Mutluluklar dilerim, tadını çıkart, ateşin bol olacak gibi görünüyor, muannet fedaisi.

    YanıtlaSil