Ortalama almak ve genelleme yapmak güzel şeyler değildir aslında. Şunlar şöyledir, bunlar böyledir diyen hep haksızlık etmiş olur. Ama bazen ortalamaya veya çoğunluğa dair bir şeyler söylemek gerekir. O niyetle yazıyorum bu yazıyı. Yazarken elbette ki Türkiye halkının tamamına yakını böyledir niyetiyle yazmıyorum, siz de o bakışla okumayın. Her milletin her türlüsünün olacağını kafanızda tutun lütfen. Ve baştan söyleyeyim, bu yazı ağır bir yazı olacak; ama dost acı söyler. Ben kendimi bu ülkenin bir evladı olarak görüyorum ve aslında bu yüzden bu ağır eleştirileri yapacak hakkı kendimde buluyorum. Niyetim problem tespiti. Önce problemin tespit edilmesi ve kabul edilmesi lazım ki tedavi başlayabilsin. Şunun da farkındayım. Ben bu yazıyı yazarak kimseyi tedavi edemem, belki ancak kendi tedavime yardımcı olabilirim. Bu girizgahtan sonra başlayayım.
Türkiye halkı çoğu itibariyle kamplara bölünmüş bir halk. Kimisi muhafazakar, kimisi dindar, kimisi milliyetçi, kimisi solcu, kimisi Atatürkçü, kimisi Kürt vb kimliğiyle görüyor, tanımlıyor kendisini. Bu durum başka ülkelerde de benzer şekilde mevcut elbet. Ama bence Türkiye’deki durum çok daha abartılı, çünkü bu kimlikler hayatın merkezine koyuluyor çoğu itibariyle. Bir insan bir kimliği hayatının merkezine koyunca o kişinin hayatı ancak o kimlikle anlamlanıyor. Kendisini bir asker gibi görüyor, dolayısıyla da savaşacak yer arıyor. Toplumsal bölünmüşlüğümüzün ve huzursuzluğumuzun ana kaynağı da bu kanaatimce.Neden böyle bir psikoloji ve sosyoloji içindeyiz? Çünkü kültür, yetiştirilme, eğitim buna yönelik. Şimdi ne kadar değişti bilmiyorum ama en azından ben Türkiye’den ayrılmadan önce öğrenciler ilkokuldan başlayarak bir Atatürk (ve Cumhuriyet ve Osmalı tarihi) kutsayıcılığı içinde yetiştirildiler. Atatürkçülük’ün eşdeğer görüldüğü dine karşı mesafe yazın cami kurslarındaki hocaların ve dini cemaat abi-ablalarının çabalarıyla elemine edilmeye çalışıldı. Bu her taraftan yapılmaya çalışılan empoze o kadar kuvvetliydi ki daha ilköğretim öğrencileri kendilerini bir tarafa dahil olmaya mecbur hissettiler. Genelde de çevreleri ne tip bir anlayışta ise o kısma dahil oldular. Çok acı ama nerdeyse kimsenin “acaba neden sadece bir görüş haklı olmak zorunda, karşı tarafın da güzel tarafları olamaz mı” soruları aklından bile geçemedi.
Peki insanlar artık iyice olgunlaştıktan sonra bile kendilerine pastel renklerle boyanmış dünyanın aslında neden gerçeği yansıtmadığını göremiyorlar? Çünkü ne yazık ki halkımız çoğu itibariyle tembel ve rahatlığı çok seviyor, özellikle kafa rahatlığını. Kendilerine hayatın manası empoze edilmiş, paket programlar halinde sunulmuş; etraflarındaki insanlar da bu programın içindeki insanlar. Neden rahatlıklarını bozup başka çemberlere dahil olsunlar ki? Neden tekrar düşünmek, ölçmek-tartmak zorunda bıraksınlar ki kendilerini, dünya görüşlerini? Genel itibariyle bu sebeplerle çokları kendi çemberleri dışına çıkmıyorlar/çıkamıyorlar. Elif Şafak’tan bir TED konuşmasında dinlemiştim: bu çemberler içinde hapsolmak, etraflarında hep kendisi gibi insanların olması ne yazık ki insanların ruhlarını öldürüyor.
Evet, ne yazık ki halkımız çoğu itibariyle (benim yaşım—yani 40—civarında ve daha yaşlılardan bahsediyorum aslında daha çok; yazımın sonunda gençlere ayrı bir bölüm ayıracağım) ruhları pörsümüş insanlardan oluşuyor. Araştırmaya, düşünmeye, kendini değiştirmeye açık değiliz çoğumuz itibariyle. Yine çokları bunları yapanları ve tavsiye edenleri aykırı, garip, uzak durulması gereken insanlar olarak görüyorlar. Zaten okuma alışkanlığı yok denecek kadar az; okumasınlar, en azından—benim gibi—değişik Youtube videoları izlesinler; o da yok. Çoğunun yaptığı hangi televizyon kanalı ve gazete onların düşüncelerine uygun yayınlar yapıyorsa onları takip etmek. Yeni bilgiden tek beklentileri zaten inandıkları şeylere onları daha çok inandırması. Yani kısacası cahillik had safada, ve işin acı tarafı cahillik sadece okul okumamışlarda değil, okumuşlarda da. Cahillik bildiğini zannetmek, değişime karşı olmak, değiştirici fikirlerden uzak durmak, arıyorum diyeceğine buldum demek. O yüzden cahillik hem çok, hem de çok yaygın. Kimsenin değişmeye niyeti de yok.
Bu yazımda en üzerine basarak değinmek istediğim kısım yukarıdaydı. Ama Türkiye halkının büyük kısmının ahlaki problemlerinden bahsetmeden de olmaz. Ahlakı cinselliğe indirgemiş, yalan, iftira, haksızlık, yolsuzluğa vs ancak kendi gruplarından olmayan insanlarda görünce karşı çıkan bir insan prototipi ne yazık ki halkımız arasında çokça görünüyor. O kadar içselleştirilmiş ki bazı ahlaksızlıklar, artık adiyattan görünüyor. Mesela halkın çoğunun gözünde milletvekili veya önemli makamı olan birisi kendisine ulaşabilen insanların işlerini “halleden” insanlar; peki bu durumun “ulaşamayan” insanlara bir haksızlık olduğunun farkındalar mı? Değiller, çünkü “norm” bu şekilde. Kim ne koparabilirse hakkıdır mantığındalar. Yine çoğu itibariyle “örf ve ananeler” yanlış da olsa bir evrensel kanun hükmünde. Kadınlar bozulmamış vicdanlara göre bariz bir şekilde eziliyor, dövülüyor bu ülkede (ve öldürülüyor), ama ortalama halkın gözünde kocası karısını “sever de, döver de.” Daha önceki yazılarımda eleştirdiğim “devlete tapma” şeklinde özetlenebilecek bozuk psikoloji de ayrı ahlaksızlıklara sebebiyet veriyor. Bal tutan parmağını yalar, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, düşmanımın düşmanı dostumdur, sürüden ayrılanı kurt kapar; kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin ve daha nice kötü ötesi atasözlerimiz var; daha ne olsun?
Daha çok şey yazılabilir. Ama gençlerin durumuna geçmeden önce son birkaç kelam daha edeyim. Ana problemlerimiz cahillik, tembellik, grupsal enaniyet ve menfaatçilik. Daha başka problemlerimiz de var elbette. Mesela bir program dahilinde uzun vadeli planlar yapıp uygulayamama eksikliği, tüm kusurları dışarıda arayıp özeleştiri yapamama, geniş bakamama. Çok klasik ve dolayısıyla manasını yitirmiş bir söz olacak ama bütün bu sorunları çözmenin tek yolu eğitim. Ama nasıl bir eğitim? Meselelerin her tarafına bakabilen, insanlara balık veren değil balık tutmayı öğreten, insanları birey yapabilen, açık görüşlü yapan, kainatın muhteşemliğini anlatan ve merak-hayret içine sokan, bilginin bitmeyen bir deniz olduğunu anlatıp bilgi susuzluğu doğuran, ezbere değil doğru stratejilere dayalı, değiştiren ve değişimi sürekli istetecek bir eğitim. Ancak böyle bir eğitim problemlerimizi çözebilir.
Son olarak, şimdi gelelim gençlere. 18 seneden fazladır yurt dışında yaşıyorum, o yüzden gözlemlerin uzaktan, ama gördüğüm kadarıyla artık gençler çoğu itibariyle biz orta yaşlı ve yaşlıların yaşadığı hayatın onlara uymadığının farkındalar (iyi ki farkındalar). Gençlerin bir kısmı gerçekten üstte bahsettiğim gibi bir eğitimden geçiriyorlar kendilerini—başkalarının anlatmasına gerek yok, internette arayan her türlü bilgiye ulaşabilir ve onlar da kolayca ulaşıyorlar. Gençlerin bir kısmı boş vermiş durumda, etrafındaki yanlışlardan canları sıkılmış, nefislerine dalmış ve hayatlarını öylesine ve zevkine sürdürme eğilimindeler. Ne yazık ki gençler devlet veya özel okullarda (ve dolayısıyla onların devamı olmak zorunda olan üniversitelerde) güzel bir eğitim alamıyorlar. Ben yine de karamsar değilim. Ümitvarım, bu gençlerin arasından ilk bahsettiğim kısımda olanlar umut ediyorum ki ileride Türkiye’yi yönetenler olacak ve Türkiye inşallah sonraki nesiller için çok daha güzel bir vatan olacak. Umut etmek ve çabalamaktan başka elimizden ne gelir ki?
İsa Hafalır
2 Yorumlar
Dogruya ne denir!!
YanıtlaSilYalniz tembellik konusuna katilmiyorum,insanlar surekli bir catisma icerisinde buluyor kendisini memlekette.
Kacinilmaz bir huzursuzluk ortami var.
Calisip,gelismeye vakit kalmadan,sistem disliyor insanlari...
Tembellik yoktur; motivasyonsuzluk vardır. Bu movitasyon açlık ve fakirlik olduğu gibi farklı konularda da olabilir. İnsanımızı motive edecek bir üretkenliğimiz de yok ki, ne ile motive edeceksin. Mesela üniversiteyi niye okuyoruz? Mezun olduktan sonra asgari ücretle sürünmek için.
YanıtlaSil