Kitabın özetinden ziyade, önemli bulduğum yerleri paylaşarak incelemesini yapacağım. Kendi yorumlarımı farklı bir renk ile gösterim ki okumak istemeyenler rahatlıkla o kısımları geçebilsin.
Orwell’in 1984 ve Hayvan Çiftliği kitapları kadar ünlü olmasa da, hatta ünlü olmadığı için acaba kötü bir kitap mı diye düşündüğüm Boğulmamak İçin kitabı orta seviyenin üstü güzel bir kitap.
Kitabımız baş kahramanı 45 yaşında evli ve çocuklu, monoton hayatından sıkılmış hayatı sorgulayan George.
Kitapta ikinci dünya savaşının başlamasından hemen önce hayatını sorgulayan bir adamın çocukluğundan itibaren anılarını tekrardan gözünün önüne getirmesini görüyoruz. 1900 ile 1939 yılları arasındaki Londra’nın durumu da bu anılar üzerinden anlatılmış.
George hayatından sıkılmış, eşiyle düzgün bir diyaloğu olmayan biri. Eşi de sürekli felaket tellallığı yapan, küresel ölçekteki sorunlardan ziyade, fiyatı artan doğal gaz, market ürünleri gibi şeylerden şikâyet eden birisi.
Karısının sürekli yaklaşan taksitlerden, harcamalardan, borçlardan konuştuğunu söylüyor George. İkisi arasında diyalog genelde bunlar üzerine oluyor.
George, işçi sınıfına üzülmüyor, onların bedensel olarak çok çalışsa bile gece yatağa rahat girdiklerini, kovulurum endişesi taşımadıklarını belirtiyor. Kendisi ise özel sektörde kendi deyimiyle kuyruğunu patronuna kaptırmış birisi. Rüyalarında bile patrondan azar işitiyor ve acaba beni kovar mı diye düşünüyor. Kovulmamak için adeta onun kölesi olmuş.
“Siz insanları bir güzel tokatlarsınız ama onlar elinizi öper” George bu sözleri orta sınıf ve aşağısı için söylüyor. Ona göre inşaat sektöründe herkes dolandırılıyor ama bunun farkında bile değiller, hatta insanlar kendilerini dolandıranlara minnet duyuyorlar.
Aldığı evin nakit fiyatı 380, 16 sene taksitiyle 550 ödüyor. Evi yapan firma, tüm malzemeleri kendi üreten bir şirket, nakit fiyatının da üzerine kâr koyduklarını düşünürsek gerçek maliyetinin iki katına bize satıyorlar diyor George.
Aldığı evin yan tarafında çocukların oynayabileceği geniş araziler var. Kâğıt üstünde güvenceleri yok ama teamül gereği buraya inşaat yapılmayacağını düşünüyorlar, ama bir süre sonra oralara da binalar dikiliyor.
Kendini ev sahibi görmüyor hâlâ kira ödüyor, acaba son taksiti ödeyene kadar başıma bir şey gelir mi korkusu yaşadığını söylüyor.
George gerçek değerinin iki katını ödüyoruz, bahçesi olmayan tuğla yığınlarına ve hâlâ kiracıyız, bizi 16 senelik kiraya bağlamışlar adeta kazancımızı sömürüyorlar; gene de bu evleri almak için insanlar sıraya giriyor, o kadar zavallıyız ki diyor.
Köleliğin en temel özelliği bir kişinin sabahtan akşama kadar çalışmasına rağmen hiçbir kazanç elde edememesidir. Ama karnını doyurur ve yatacak yeri de vardır. Kölelikten kurtulmuş bile olsanız, işte senin yatacak yer yani evin için bana 16 yıl taksit ödemen gerekiyor, maaşının kalanıyla da günlük ihtiyaçlarını karşılayabilirsin diyorsunuz. Bu durumda aslında bu kişi 16 yıl boyunca köle olmuş olmuyor mudur? Serbest piyasa ekonomisi var kimseye zorla satılmıyor o evler diyebilirsiniz. Bu kısım da doğru, illaki birileri bu kârlı sektörü görüp bu sektöre girip 1,5 kat karla satmaya başlayacaktır. Bu sefer tüm piyasa 2 kat kârdan 1,5 kata inecektir, böyle böyle piyasa dengesini bulacaktır, yani o kâr öyle bir noktaya gelecektir ki yeni müttehitleri cezbetmeyecek, onlar da sektöre girmediği için sektördeki mevcut müttehitlerin kârı düşmeyecektir. Ama şu an George köle gibi bir hayat yaşadığından bahsediyor, belki piyasa daha dengesini bulmadığı için ya da piyasanın dengesini bulamamasını sağlayan olaylar (mesela piyasaya girmenin zor olması) yaşandığı için. Sonuç olarak bir insan kendi başına bir evi herhalde 1-2 senede yapabilir (Köy evleri vb.). Hal böyle iken 16 sene taksit ödemek mantıklı değildir.
George alışveriş yaparken, patron kasiyer kızı azarlayıp ona bağırıyor. George da galiba şişko patron işini kaybetmekten o kıza göre çok daha fazla korktuğu için bunu yapıyor diyor. Evde bakması gereken bir ailesi var diye düşünüyor. İspanyol engizisyoncularının ve Rus gizli polisinin yüksek rütbelilerinin aile hayatında çok iyi birer baba olduklarını ve çok iyi birer koca olduklarını söylüyor.
Bu sözler aklıma Şükrü Tuğrul Özşengül'ün “Benim babam işkenceci bir polisti maalesef. Ama normalde şeker gibi bir insandı, çok severdim. Ama o sorgu odasına girdiği zaman bambaşka bir insan oluyordu, bir canavar oluyordu. Ben insanlara elektrik verildiğini, Filistin askısı yapıldığını gördüm. Elektrik verilen insanın çıkardığı sesi size tarif edemem, o bir bağırma değil, çığlık değil, bambaşka bir şeydir. Onlara nasıl sopa atıldığını, günlerce nasıl haber alınamadığını biliyordum. Babamla birkaç kez tartıştım, 'niye yapıyorsun' dedim. Bana, 'oğlum görevim' diyordu. O zaman öyle görevlendirmişlerdi” sözlerini hatırlattı (Link) .
İnsanoğlu garip bir varlık ve kötü olmayan insanların böyle şeyler yapabilmesi beni hep korkutmuştur.
George küçüklüğüne, gençliğine gidiyor. George küçükken onlara bakan bir kız var, adı Katie. Fakir bir aile çocuğu, “öyle bir ailede her çocuk sütten kesilir kesilmez başka çocuklara göz kulak olur zaten” diyor George. Katie onlara bakıcılık yapıp para kazanıyor, kendi gecekondu bir yerde oturuyor, beş kardeşiyle aynı yatakta yatıyorlar. Katie 15’inde ilk çocuğunu doğuruyor. Kimse babasının kim olduğunu bilmiyordu diyor George, herkes abilerinden şüpheleniyordu. Bebek yetiştirme yurduna, Katie de bir eve hizmetçi olarak gidiyor. George Katie’yi en son Katie 20 yaşındayken görüyor, bir tenekeci ile evlenmiş, 50’sinde görünen koca karı gibi olmuş, yüzü is içinde bir barakada yaşıyordu diyor George.
Katie gibi dünyada milyonlarca insan var, bu kişilerin gerçekten iradeleri vardır diyebilir miyiz? Bir önceki kitap incelememde, Fransa’da 18.yy’da böyle binlerce insan olduğu, bu kişilerin suç işlemesi sonucu onların idam edilip edilmeyeceğinin tartışıldığını belirtmiştim. Toplum onlara ne vermiştir de ne bekliyordur? Katie gerçekten bu dünyada niye vardır? Yaptıklarından sorumlu tutulabilir mi gerçekten bir iradesi var mıdır, ona ömrünü neyle geçirdin diye sorulacak mıdır? Zaman ilerledikçe, fakirlik ve onun getirdiği cahillik ve kötülük azalıyor peki eskiden nasıldı? Eski zamanlarda kaç tane Katie vardı ve bu dünyadan göçüp gittiler? Bu dünyadaki insanların % kaçı gerçekten imtihan oluyor? Zekâ kesinlikle sonradan gelişiyor, bu insanlar yaşadıkları şartlardan dolayı zaten ne düşünce dünyalarını ne de zekalarını geliştirmeleri mümkün değil. Eğitim alma, kitap okuma imkanları yok. Ailesinden ne öğrendiyse öyle yaşayacaktır hayatını. Galiba hep ormanda büyüyen bir çocuk vardı kendini hayvan sanıyordu mesela. İlkel bir insan gibiydi. Çevre şartları çok etkili insanı biçimlendiriyor. Yaşadıkları hayat zor olan sadece temel ihtiyaçlarını giderebilen bir kişi de asla bir arayışa girmeye vakit bulamayacaktır. Bu insanların cehenneme gireceği düşüncesini de çok basit ve komik buluyorum.
George insanları askeriyeye toplayan görevliler olduğunu söylüyor. Size içki ısmarlarlar sarhoşken imza atarsınız, ertesi gün her şey için çok geçtir. Halk arasında askere alınana acınırdı, bir kızın sokağa düşmesinden daha kötüydü diyor George. Üniformalıları iflah olmaz bir ayaktakımı olarak görürdü halk, orduya katılan herkes içkiden ölüp doğrudan cehennemi boylardı halkın gözünde. Ama halk vatanseverdi, pencerelerine bayrak asmaktan geri durmazlardı. İngilizlerin asla yenilmediği ve yenilmeyeceğine inanırlardı. Yurdundan uzakta ölen genç askerler hakkında şiir ve şarkı yazılırdı.
İngilizler kraliçelerinin gelmiş geçmiş en iyi kraliçe olduğunu ve yabancıların da tam bir pislik olduğuna inanırdı ama iş vergi ödemeye gelince kaçarlardı;
savaştan önce de sonra da bizim mahalle oyunu liberallere veriyordu, savaş sırasında ise muhafazakarlar kazandı diyor George.
ABD’de hala bu yöntem var, varoş semtlerde market çıkışlarında iki şık giyimli asker size orduya katılır mısın diye sorabiliyor. Bizde zorunlu olduğu için böyle şeyler yok.
Türkiye’de az çok herkes çocuğunun doktor, mühendis, avukat, öğretmen olmasını ister, asker ve polis olmasını istemez. Hatta Gülen yapılanması gibi doğrudan insanları askeriye teşvik eden bir cemaat olmasa zeki çocukların kesinlikle orduya gitmeyeceği kanaatindeyim. Zaten puanları da tıp, mühendislik, hukuka göre düşüktür asker ve polisin. Ama diğer yandan şehitlere müthiş bir saygı vardır. Az çok biz de İngilizlere benziyoruz.
O günlerde (1906) politika ciddiye alınır, seçimlerden önce çürük yumurta biriktirilmeye başlanırdı diyor George.
İngiltere o zamanlar Güney Afrika ile savaşa giriyor. İngilizler Güney Afrika Hükümeti Boer’lerin kendi halkını öldürdüğünü, minik bebekleri havaya atıp süngülerine geçirdiklerini söylüyor. Halk İngiltere’nin o ülkeyi başlarındaki zalim hükümetten kurtardığına inanıyor. George’un amcası ise bu iddialara gülüyor, asıl bebekleri öldüren İngiliz askerleri diyor.
Zaten her savaşan millet %90 kendini haklı görür ve hepsinin böyle hikayesi vardır. Gerçekten kim bebekleri öldürüyordur önce bunun kanıtlanması gerekmez mi? Mesela ABD 2002’de Irak’a girdiğinde aynı iddialar ile girdi, hatta kimyasal silahlar var dedi ama hiçbir şey çıkmadı. Her millete göre kendi ordusu asla bebekleri öldürmez, her zaman iyidir, her zaman karşı taraf cani ve suçludur. Bu bebekleri öldürüldüğü bilen yöneticiler ise asla gerçekleri kendi halkına söylemez, diğer yandan kendileri bu gerçekler ile yaşayabilirler, nasıl yaşarlar bilmiyorum. Sonuç olarak tepedekiler öldürmüyordur onlar sadece emir veriyordur. Gerçek hayatta zaten katil ruhlu kişiler de orduda da aynı katilliklerini yaparak masumları öldürüyordur. Ama yöneticiler bu gerçeği bilir, savaşın haksız başlatıldığını da bilir. Ama vicdanları sızlamaz ve her zaman kendi halklarını kandırmayı da ihmal etmezler.
O dönemde kimse insanoğlunun uçabileceğini inanmıyordu çünkü Tanrı kanat vermemişti. İnsanlar gazetelerde okudukları her şeye o dönemde inanırdı diyor George.
George’un babası “oğlundan değneği esirgeyen onu sevmiyor demektir” diyor.
Komşuları tiryaki Lovegrove, çocuklarını sigara içerken yakaladığında eşek sudan gelene kadar dövüyor.
Yemekte sofra duasını hep erkekler yapardı diyor George, annesi hiç yapmamış.
Genelde bizde de bu böyledir. İngiltere’nin 1910’lu yılları bizim 1980’lere benziyor.
O dönemde bütün evlerde böcek var. Karafatmalar her yerdeydi kimse de şikayetçi değildi diyor George.
Esnaf çocukları işçi çocukları ve çiftçi çırakları arasında büyük bir toplumsal ayrım olsa da 16’larına kadar kimse buna aldırmazdı diyor.
Çocukken kuş yuvalarından yavru kuşları alıp, taşla öldürdüklerini anlatıyor.
İnsanoğlu bebekken ve çocukken niye böyledir? Hatta çoğu hayvan da küçükken aynı canilikleri yapar. Çocuklar karıncaları parmaklarıyla ezer. Günah, Allah kızar falan demeniz lazım durması için. Biraz daha ilkokul seviyesine gelenlerse kedilere sataşır.
1906 yılları ile 1930’lı yılları kıyaslayıp artık Londra’ya yüz elli kilometre mesafedeki hiçbir yerde tutacak balık kalmadı diyor. Göletlerin hepsi kurudu, dereler de kimyasallarla zehirlenmediyse bile paslı teneke kutuları ve motosiklet lastikleriyle doldu diyor.
Maalesef aynı şeyleri Türkiye için demek de mümkün, çocukken gittiğim derelerin hepsi kurudu, piknik alanları aşırı kalabalık oluyor. Yaylalarda eskiden 10 tane ev varken şimdi 100’e çıktı. Son 1 yıl içinde kaçak evlere af mı geldiydi, belki de o sayede oldu bu yapılaşma.
George hayatı boyunca balık tutmak istemiş, eskiden çocukken yaptığı bir şeymiş ama uzun süredir yapmadığını fark ediyor ve her şeye vakit vardır ama yapmaya değer şeyler hariç diyor. Sahiden önemsediğiniz bir şeyi düşünün. Sonra sadece ona harcadığınız zamanı saat saat toplayın ve hayatınızın ne kadarcık bir bölümünü kapladığını hesaplayın diyor.
Çok doğru bir söz, sürekli düşünüp hayatımı tekrardan gözden geçiriyorum. Sevmediğim her şeyden uzak duruyorum. Genelde insanın vaktini alan şey para ve daha fazla para kazanma oluyor. Ama para kazanırken aslında zamanımızı takas ediyoruz, dünyada en sevdiğimiz işleri yapmama karşılığında alabiliyoruz o parayı.
George 1. Dünya savaşına katılıyor. Yaralanıp cephe gerisine düştüğünde bir daha hayatta hiçbir şeye ilgi duyamayacağım şeklinde bir his vardı diyor. Korku ve bitkinlik ama daha çok sıkıntı buna neden oluyordu. Savaş asla bitmeyecek gibi geliyordu diyor.
George lise çağında savaşa katılıyor. Savaş onu olgunlaştırıyor, hayata bakışını değiştiriyor.
Londra’da bir oğlan üniversiteye gidecek, ticarete atılacak ya da denizci olacak iken iki gün sonra her nasılsa okuldan kaybolur, iki hafta sonra da bisikletle sebze dağıtırken görülürdü diyor. Okumaktansa hemen bir işe girip para kazanma tutkusu daha baskın oluyormuş.
Dinsel inanç o günlerde hala hüküm sürse de çok bir şey fark ettirmiyordu. Taşrada hemen hemen herkes kiliseye giderdi. Ben ve kız arkadaşım bekar hayatı yaşasak da biz de kiliseye giderdik. Sanırım insanlar ahirete de Noel babaya inandıkları gibi inanıyordu. Yani sorsan herkes inanıyordu diyor.
Din aslında Türkiye’de geleneğe dönmüş durumda. Herkes Bayram ve Cuma namazına gider, ramazan orucunu tutar. Bunlar artık geleneğe dönüş, dinin diğer kısımlarıyla ilgilenilmiyor. Bir gelenek gibi yaşatılıyor, derine inilmiyor, üzerinde kafa da yorulmuyor.
Ahiret gibi şeylere inancın yitirildiği dönemler oturmuş dönemlerdir. Uygarlığın oturduğu, değer verdiğiniz şeylerin siz öldükten sonra da devam edeceğini bildiğiniz dönemlerdir. İşte o zaman hayatı yaşamış ve artık yorulmuşsunuzdur. Toprağa girmenin vakti gelmiştir. Siz gittikten sonra da iyi şeyler iyi, kötü şeyler kötü olarak kalacağını bilirsiniz.
George’a göre savaş ve zor zamanlarda ahiret inancının sarsılması zor. İnsanlar zengin ve mutluyken inançları sarsılır diyor. Ama diğer yandan 1. ve 2. Dünya savaşlarından sonra Avrupa’da uç akımların geliştiği de bir gerçek. Çünkü insanlar çoğu şeyi sorgulamaya ve düşünmeye başlıyor, medyanın onları kandırdığını, bir hiç uğruna savaştıklarını anlıyorlar. Özellikle birinci dünya savaşından sonra Krala olan güven yıkılıyor ve Krala destek veren kiliseye de nefretle bakılıyor. Gençler hiçbir geleneksel kuralı sallamıyor, gotik akımlar başlıyor. Belki savaşta gördükleri de Tanrıya olan inançlarını sarsmış olabilir. Yani George’un bakış açısı mantıklı olsa da diğer yandan savaş sonrasında toplumlarda çok büyük kırılmalar da olabiliyor.
İngiltere Almanya’ya harp ilan ettiğinde herkes tezahürat yapıyordu diyor George.
Zorunlu askerlik başlamadan önce benim gibi bir milyon ahmak orduya neden katılmıştı? Biraz eğlence olsun diye, biraz da canım vatanım İngiltere, İngilizler asla boyun eğmez ve buna benzer teranelerden. Daha Fransa’ya ulaşmadan o teraneleri unutmuştuk. Savaş kimsenin umurunda değil, kimse de Almanya’dan nefret etmiyordu ama kimse cepheden kaçmayı da düşünmüyordu diyor George.
Türkiye’de askerlik 6 aya düşünce kimse asgari ücretle bir 6 ay daha kalmayı düşünmedi. Askerde de ilk bir haftadan sonra herkes sövmeye başlar, vatan millet Sakarya yalan olur.
Sanki muazzam bir makinenin esiri olmuş gibiydik. Kendi özgür irademizle hareket etmeyi aklımıza getirmediğimiz gibi direnmeye çalışalım diye bir düşüncemiz de yoktu. İnsanlar böyle bir duygu geliştirseler hiçbir savaş üç ay bile sürmez zaten diyor George.
Yani mevzu erlere kalsa yorulunca bırakırlar savaşı devam etmezler diyor. O yaşadıkları ve gördüklerinden sonra herkes evine döner diyor.
Geri hizmette baya kitap okuyor ama beni değiştiren kitaplardan ziyade sürdüğüm hayatın kokuşmuş anlamsızlığıydı diyor George.
Genç subaylar Genelkurmay’ı geri zekalı görüyordu. Asker, Almanları seviyor Fransızlardan tiksiniyordu. Savaş insanları entelektüel yaptı denemez ama herkes nihilist olmuştu. Savaş yüzünden herkes Bolşevik kesilmişti diyor George.
Savaş sizi öldürmüyorsa düşündürmeye başlaması kaçınılmazdı. Bütün İngiltere derin bir şüphe dalgasına kapılmıştı.
Acılar ve savaş gibi şeyler insanları düşündürüyor. 15 Temmuz’dan sonra birçok insanın sorgulamaya girmesini buna bağlıyorum.
Savaş bittikten sonra herkes deli gibi iş arıyor. Ordudan ayrıldığımızda bizi bekleyen bir iş olacağı ve an az ordudaki gibi kazanacağımız fikri aklımıza sokulmuştu diyor George. Ama gerçekler öyle olmuyor. Gerçekler daha önce bilinseydi hiçbir savaş yürümezdi diyor George.
Eşiyle savaştan sonra tanışıyor. “O beş parasız orta sınıf aile kızlarının pantolon giymiş her şeyle evden kaçmak için evlenebileceklerini düşünemezdim.” diyor George ve mutsuz bir evlilik yapıyor.
Komünistler İngiltere’ye faşizm geleceği konusunda endişeliler ve propaganda yapıyorlar. George onları dinlerken bizim için faşizm ya da komünizm ne fark eder ki ama şu konuşanlar için ya surat dağıtacaklar ya da suratları dağılacak diyor.
Komünistlerin konuşmasından George hiç etkilenmiyor. Bunun üzerine Komünistler, Faşist Almanya’da işçiler zulüm görüyor, Yahudilere soykırım yapılıyor diye anlatıyorlar. George 1916’da ben siper kokusunu aldım, bu işleri çoktan bıraktım diyor. Gözleri yaşaran komünist genç: “o sıradan bir emperyalist savaştı, bu farklı” diyor.
1914’de biz de senin gibi muhteşem bir iş yaptığımıza inanıyorduk diyor George gence. “Vücudunu kurşunla niye doldurtasın, onu bir kıza sakla” diye ona öğüt veriyor. Savaşta kendini kahraman gibi hissetmezsin, üç gündür uyumadığını, teke gibi koktuğunu, korkudan altına işediğini, ellerinin donduğu için tüfeği tutamadığını görürsün diyor.
Tabi bana eski kafalı dediler diyor George ve gençler propagandalarına geri dönüyorlar.
Gençlerin heyecanı tabi farklı oluyor, bu konuda yaşlıların tecrübelerini dinlemek gerekiyor. Savaş istenecek bir şey değil. Ama bazen yaşlılar gençlerden daha fena olabiliyor. Geriye doğru baktığımda ne gerek vardı 17-25 Aralık operasyonlarına daha mı iyi oldu diyorum. İlk yapılan yolsuzluk muydu? Görmezden gelinmedi şimdi hiç mi yolsuzluk yapılmıyor? Neyi çözdü? Koca bir cemaat savaşa giren ordu gibi gazlandı, Anadolu’nun aslanları, Yusufları, namusu için yaşayanlar vs. diye koca bir cemaat itelendi ve sonuçlar ortada. Ülkede ne değişti? Türkiye’deki tüm kesimler için o günler daha güzeldir, doların 1,8 olduğu günler... Sen olsan ne yapardın derseniz ben baştan hiç polis ya da savcı olmazdım. Yapamazsın çünkü önüne gelene operasyon, öyle bir dünya yok, burası Türkiye, dün de yapamazlardı bugün de. Yaparsam da büyük ihtimal komiserken yani daha en başında yapardım, göz yummazdım. Yani en baştan atılacaksam atılırdım. Ayrıca bir cemaate asla girmezdim, öyle güçlü bir bağım varsa binlerce insanı tehlikeye atacaksam istifa ederdim yapmazdım operasyon. Baştan böyle dik duracağım diye mesleğe girdiysem de evlenmezdim. Türkiye gerçekleri bunlar. Böyle düşünenler polis ve savcı olmayacaksa kim olacak diyebilirsiniz? Ülke nasıl düzelecek falan? Açıkçası bilmiyorum, ama böyle düşünen insanlar kamikaze yapınca ülkenin düzelmediği kesin. Hangisinin doğru olduğunu bilmiyorum. Ama mesleğe girip senelerce bazı şeylere göz yumup, sonra yummamak mantıklı değil. Kimse de yemedi zaten, cemaat tabanı dışında. O zamanlar devletin işleyişini bilmeyen ben, AKP’nin ilk yolsuzluğu sanmıştım gerçekten, polislerin de yapması gerekeni yaptığını. Arkasında başka bir amaç aramayacak kadar saftım, genelde arkadaş ortamında yapılan tartışmalarda da bu bir yolsuzluk mu iftira mı, montaj mı, yoksa illegal dinleme mi tartışması vardı. O dört bakanı şu an hiçbir AKP’li bile savunmaz, bir şeylerin olduğu kesin. Ama her zaman olan şeyler neden vesayet dedikleri odaklar temizlenince kalan pastayı paylaşırken ortaya çıktı? O günlerde hiç olamazsa ülke 3 ileri 2 geri gene bir şekilde ilerliyordu. Ulusalcılar için kötü zamanlardı ama onlar da illaki çıkacaktı, çünkü onların haksızca içerde olması zaten ülkenin indekslerini düşürüyor ve AB’den baskı yememize neden oluyordu. 2007’den beri ekonomimizde bir sıkıntı var, bunu Daron Acemoğlu diyor. 2007’den beri de ülkede bir savaş hakim, kimin kime gücü yeterse. Cemaat trollerinin dediği gibi ulusalcıların içerde olduğu 2011’li yıllar falan ülkenin en iyi yılları değildi. Tam tersi onların da dışarda olduğu daha yargının araç olarak kullanılmadığı, herkesin dışarda olduğu zamanlar ülkenin en güzel yıllarıydı yani 2007 öncesi. 3-5 insan düğmeye bastı ve ülkeyi cehennem yerine çevirdiler ve şimdi de hiçbir sorumluluk almadan gölgelere oynuyorlar. Bazıları hala celladına âşık olabilir ama gerçekler bunlar; 17-25’in de kararını verenler, 15 Temmuz’un da kararını verenler güç sarhoşu 3-5 kişiden ibaret. Hem kendi cemaatlerini hem de tüm ülkeyi mahvettiler. Bekir Berat Özipek’in o zaman yazılmış güzel bir yazısı var bu konuda (Link).
Ben de George gibi düşünüyorum bazen. Gencim ama ruhum yaşlandı. Dünyada her zaman kötülük var, elinize bir silah alıp kötülüğü engelleyeceğim derseniz her tarafınızı kurşunla doldurursunuz sadece. Bu da bir tercihtir saygı duyarım. Ama ilk kez kötülük ortaya çıkmış gibi yapmaya gerek yok. Zengin bir Avrupa ülkesinde yaşayabilir hayatınıza bakabilirsiniz. Siz yaşarken emin olun dünyada her yerde barış da olsa, Afrika’da kesin bir soykırım ve açlık vardır. Ne yapabilirsiniz? Gelirinizin bir kısmını ayırıp gene mutlu yaşamaya devam edebilirsiniz zaten çoğu Avrupalı da bunu yapıyor, aksi hayatın akışını durdururdu.
Ben mücadele etmeyi düşünüyorum, elimden geldiğince ama cebimdeki paranın da tamamını Afrika’ya göndermiyorum. Ya da başka sorunları çözmeye. George’un görüşü de çok doğru, ne için ölüp ne için öldüreceğim...
Benim de cevabını bulduğum bir soru değil bu. Özgür Demirtaş gibi mi olmak isterseniz? Mesela bir tweeti vardı baya tepki aldı (Link: 1 , 2) . Yoksa o tweete tepki veren kesimler gibi mi? (Link 1, 2) . Ben bu tartışmadan şunu anlıyorum. Batı uçmuş gitmiş ölümsüzlüğü araştırıyor, biz hala kimin ideolojisi doğru, hangi parti iyi, Atatürk nasıl biriydi, Osmanlı iyi miydi, Ülkücüler mi haklıydı yoksa Solcular mı gibi sorular ile uğraşıyoruz. Herkes işine baksından, siyasete atılmayın da çıkabilir, ülke gündemini pek takip etmeyin de. Herkesin sesi olup haksızlıkları dile getirmek ile de uğraşamam ben işime bakarım lafı da çıkabilir, nitekim Ö.Demirtaş öyle biri diye biliyorum. Yanlış mı yapıyor? Sesini çıkarsa başına geleceği biliyoruz, başına onlar gelince de yapması gereken işi yapamayacak. Sesini çıkarınca da bir şey değişmeyecek.
Avrupa’nın yeni insan türü, sloganlarla düşünüp mermilerle konuşan robot misali insanlar...
Sloganla düşünmek çok zararlı, kesin inançlı insan tipi oluyorsun. Kitap okumayan, fikirlerini bir mantık içinde tutarlı, neden-sonuç ilişkisine dayandırmayan kişiler bunlar. Bir slogan atar, tek bir cümle, neden o cümle doğrudur düşünemez. İnanmıştır o cümleye ve kendi dogmalarını doğru haline getirmiştir. Bu tip kişiler örneklerle de olayları açıklayabilir. Sahabe döneminden bir örnek verir ve o yüzden böyle yapıyorum der. Gene bu iyidir, bir de menkıbe anlatıp, menkıbeden dolayı böyle yapıyorum diyenler var. Menkıbeler zaten teorisi sağlam olan düşünleri izah edebilmek için vardır, örnek soyut olayları izah edebilmek için pekiştirmek için verilir, örneğe bakıp teori çıkaramayız ki. Ayrıca bir tane sahabenin yaşadığı bir olaydan hüküm çıkaracaksak bunca mezhep niye var? Usul-ü din ve fıkıh diye kitaplar neden var? Peygamberimiz zamanında şöyle olmuş, o bunu yapmış ben de onu yapacağım diyor. Bunu diyemezsin, bunu demen için önce o hadis sahih mi? Bu konuda ayet var mı, hadisin hükmü genele mi özele mi gibi 100 tane kritere bakman lazım. İlahiyat fakültelerinde bunları öğretiyorlar. Reşit Haylamaz’ın Hz. Abbas aslında gizli Müslümandı yorumunu zamanında tweetlemiştim. Bir tane zayıf hadisten din uyduruyor. Kuran’ın çoğu hükmüne aykırı bir hareket olan takkiyeyi oradan meşrulaştırıyor. (Link)
Hepimiz niye lanet birer aptalız. Neden budalalık uğruna onca vakit harcarken, niye etrafımıza bakmıyoruz. Göletlere, ormanlara, hayvanlara...
Boğulmamak için su yüzüne çıkıyorum.
Ahmet
Twitter: a_wolfenstein
0 Yorumlar