Birkaç gün önce Gülen Cemaatinin tepe noktasında bulunan kişilerden Hüseyin Kara, VideonTR kanalına bir röportaj verdi. Öncelikle VideonTR ekibine bu uğraşlarından dolayı teşekkür ediyorum. Röportaj, bir ‘Büyük Cemaat Abisi’nin zihnine güzel bir yolculuk yaşattı. Bu zihin yapısıyla tanışık olanları hiç şaşırtmadı. Ama yine de sağolsun Nuri Turan bu sayfalarda, Karanın sözlerini çepeçevre kuşatmış olan ve röportajda çırıl-çıplak ortaya serilen hastalıklı zihin yapısına ışık tuttu. Kendisine de teşekkür ediyorum.
Kara’nın gazetecilerle ilgili sözerine en büyük tepkiyi, bir dönem Cemaat gazetelerinde de çalışmış olan Ahmet Dönmez ve Bülent Keneş verdi. Dönmez, Kara’nın sözleriyle tam da Türkiyedeki İslamofaşist rejim tarafından Cemaat’le ilişkili gazetecilere yöneltilen suçlamalara destek verdiğini belirtti. Keneş ise önce Twitter’dan Karayı meczup ilan etti, daha sonra ise yine Twitter’dan bir kamuoyu duyurusu yaparak, Gülen Cemaati ile hiçbir ilişkisi kalmadığını ilan etti.Öncelikle belirteyim ki, Bülent Keneş’i kişisel olarak tanımıyorum. Kendisini pek takip de etmiyorum, ve yaptığı gazeteciliği ve üslubunu beğenmiyorum. Bence çok reaksiyoner ve duygusal (ve biraz da argo) bir söylem takip ediyor, ve bunlar da söylediklerinin değerini en azından benim gözümde düşürüyor. Ama tabi ki, yaptığı gazeteciliği beğenmemem onu gazeteci olarak görmediğim anlamına gelmediği gibi, üslubunu sevmemem de söylediklerini yanlış bulduğum veya onun konuşma özgürlüğünü desteklemediğim anlamına da gelmiyor.
Bülent Keneş’i gösterdiği medeni cesaretten ötürü tebrik ederim. Bir insan için, yıllarını verdiği bir dini örgüt (dini olması gerekmez, her türlü sosyal örgüt) ile bu şekilde açıktan hesaplaşmak hiç de kolay değildir. Yıllardır umutlarınızı, çilelerinizi paylaştığınız, kimliğinizin önemli bir parçası haline gelen bir grup ile, üstelik kamuoyu önünde hesaplaşmak büyük cesaret ister. Anlaşılan o ki, Keneş’te o cesaret var. Ve yine anlaşılan o ki, Hüseyin Kara'nin röportajı bardağı taşıran son damla olmuş. İyi ki de olmuş.
Keneş, Hüseyin Kara'ya "meczup" derken tabi ki sonuna kadar haklı. Hüseyin Kara’nın röportajda söyledikleri, herkesin bildiği, ama Cemaat tabanındaki birçok kişinin kabul etmek istemediği bir gerçeği haykırıyor: Cemaat’in tepesini oluşturan bu abi grubu için (veya The Cemaat, veya Merkez, veya FETÖ) sizin mesleğinizin ne olduğu bir anlam ifade etmiyor. Cemaatin içinde/kurumlarında çalışan herkes, bu merkezi yapıya göre aynı kategoride değerlendiriliyor: “Bizim görev verip yerleştirdiğimiz arkadaşlarımız” (oku: adamlarımız). Yani aynı Tayyip gibi bu merkezi yapı da, Cemaatin gazetecisini gazeteci, öğretmenini öğretmen olarak değil, Cemaat’in görev verdiği adamları olarak görüyor.
Bu kadarı yazıldı, çizildi. Ama olayın bence daha vahim bir boyutu var ki, bana öyle geliyor ki bu boyut Keneş'in deklarasyonunun temelini oluşturuyor: Gülen Cemaati’nin karar alma mekanizmasının aynı Kara gibi bir avuç meczuptan oluşması ve bu meczup karakterinin Türkiye’yi geçtik, yurtdışında, özellikle Batı ülkelerinde de Cemaat algısının merkezine oturması.
*******
Hatırlayalım. Gülen Cemaati de, dünyadaki tüm diğer İslami yapılanmalar gibi kültçü bir yapı. Kutsal, seçilmiş ve sorgulanamaz bir lider, etrafında yine sorgulanamaz ve tam yetkili dar bir merkezi kadro, ve bunlara sorgusuz itaat etmesi gereken yığınlar. Haliyle bu yığınlar hiçbir karar almazlar, alamazlar, sadece kendileri adına alınan kararları harfiyen uygularlar (bu sistemi şu veya bu şekilde partisinden cemaatine, tarikatından terör örgütüne kadar dünyadaki tüm İslami yapılarda bulabilirsiniz).
Peki Gülen Cemaati içerisinde bu kararları en üst düzeyde alanlar kimler? Bilindiği gibi, Gülen Cemaati yıllar içinde Türkiye’de birçok zeki, çalışkan ve uzman insan yetiştirmiştir. Bunların çoğu Cemaat’in stratejik gördüğü alanlara yönlendirilmiştir. 90larda öğretmenlik olan bu alan, daha sonra Cemaatin ilgi merkezinin bürokrasiye kaymasıyla hukuk gibi sosyal ama temelinde memur/bürokrasi alanları olmuştur (tabi bütün bunlar olup biterken Gülen’in ana gündemi olan TSK değişmeden kalmıştır). Ama maalesef bu hukukçu ve bürokratlar hem meslekleri gereği birer entelektüel veya fikir insanı olamamış, hem de daha kötüsü, mesleklerini yaparken bile Cemaat’in merkezi yapısının baskısı ve yönlendirmesi altında kalmışlardır. Öte yandan, Cemaat içinde, üzerine vazife olmadığı, tavsiyeyi bırakın tasvip bile edilmediği halde Batı ülkelerinde doktora yapıp sosyolog, siyaset bilimci, felsefeci vs. olan bir avuç sosyal bilimci de çıkmıştır. Bir de tabi gazeteciler vardır ki, bunların bir kısmı mesleğe gerçekten de Cemaat telkini ile başlamıştır, bir kısmı ise kendi kişisel merakından. Cemaat telkini ile başlayıp daha sonradan bağımsız bir gazeteci olanlar olduğu gibi, kişisel merakından başlayıp sonradan Gülen borazanı olanlar da olmuştur.
Soruyu yenileyelim: Gülen Cemaati içerisinde en düzey kararları alanlar kimler? Gülen Cemaati ile ilgili en çarpıcı gerçek, ne onun kültçü ideolojisidir (tüm İslami yapılar böyledir), ne de Türkiye’deki devasa gücünü bir çırpıda heba etmesidir (bu da İslam toplumlarında hayatın olağan akışı içerisinde olan bir şey). Gülen Cemaati ile ilgili en çarpıcı ve trajikomik gerçek yüz binlerce zeki, eğitimli ve çalışkan insanın bir avuç meczup tarafından idare ediliyor olmasıdır. Cemaatin içinde yüz binlerce eğitimli kişi vardır ama Cemaat’in en önemli kararları alınırken ne hukukçuya sorulur, ne gazeteciye, ne de akademisyene. Peki kime sorulur? Kararları Gülen kimlere danışarak alır? Ahan da Şekil A’da görünen Hüseyin Kara gibi meczuplara danışarak alır.
Gülen, en başından beri kendi en yakın halkasını hep İlahiyatçı ve/veya kendisinin dizinin dibinde ondan din dersi alan eski müritlerinden oluşturmuştur. Bu grubun içinde ne hukukçu vardır, ne gazeteci, ne de akademisyen (tabi Ekrem Dumanlıyı gazeteci, “Dr.” Hüseyin Kara’yı akademisyen olarak görüyorsanız, size bir şey diyemem). Kara örneğinde olduğu gibi, bu kişiler Gülen tarafından en yüksek görevlere getirilmiş, mesela “Kuzey Pasifik Ülkeleri İmamı” yapılmışlardır. Yine Adil Öksüz de bir İlahiyatçı’dır.
Hüseyin Kara’nın röportajı bize bu grubun zihin yapısını görmek için çok iyi fırsatlar sundu (keşke her gün Gülen’in en yakınındaki bir kişi çıkıp böyle içini dökse). Kara’nın sözlerindeki kibri, ahlaki dejenerasyonu, çelişki ve çarpıklıkların özetini Nuri Turan yaptı. Kara’nın her cümlesi ayrı bir garabet, ayrı bir vahamet içeriyordu.
******
Tüm bu garabetin ortasında en çok tepki çeken ise, Kara’nın Cemaatin gazetecilerle ilgili söyledikleri oldu. Bu sözlerdeki en önemli nokta ise, sözlerin sahibinin söylediklerinin ne anlama geldiğinden zerre kadar haberi olmamasıydı. Yani, Kara, söyledikleriyle ne hapisteki Cemaat’e yakın gazetecileri mağdur etmek, ne de dışarıdakileri daha beter zan altında bırakmak istemişti. Tamamen samimi bir şekilde “Hizmetteki arkadaşlarla” ilgili düşüncelerini belirtmek istemişti. Tam da bunu yaparken, aslında kendisinin, Gülen’in ve etrafındaki kişilerin Cemaat tabanına verdikleri en büyük zararı açık etmişti.
Hüseyin Kara ve çevresi, aldığı eğitim, yetiştiği çevre, yaptığı okumalar ve genel kültür seviyesi itibarile en küçük bir insan grubunu bile idare edecek kapasitede değillerdir. Kara’nın sözleri, onun dünyayı anlamaktan, ve kendi idare ettiği Cemaat’in içine düştüğü durumu kavramaktan fersah fersah uzak olduğunu gösteriyor. Kara’nın konuşmasını bu açıdan incelerseniz, sorunun kibir veya ahlaki dejenerasyondan çok daha vahim olduğunu göreceksiniz. Mesela Kara “Ben bugün de Türkiye eski durumuna dönse, gitsem aynı işleri yaparım” derken, sözlerinin ne kadar tehlikeli olduğunu fark etmiyor bile. Kendince, “ben okul açmaktan bahsediyorum” diye düşünüyor, ama konumu ve yönettiği Cemaatin içinde bulunduğu konjonktür gereği, sözlerinin ne anlama geldiğinin zerrece farkında değil. Veya “Politikacılar ve gazeteciler insan değildir” derken, bunun Batı’da ne anlamlara gelebileceğini anlamıyor. Yine hapisteki insanlarla ilgili konuşurken kullandığı “Kader onlara hapishaneyi bize Hicreti layık gördü” ifadesinin Batı konjonktüründe basbayağı radikal dini bir söyleme denk geldiğinin de farkında değil.
Tekrar edeyim. Kara, bunları söylerken sahtekarlık, hainlik ve s. yapmıyor. Keşke yapsaydı, nitekim o zaman durum çok daha az vahim olurdu. Zaten ne Sezai hapishanelerde isyan planlarken hainlik peşindeydi, ne de Adil Öksüz darbe yaparken. Kendi “stratejik zeka”larının yettiği ölçüde, kendilerince kahramanlık peşindeydiler. Cemaati kurtarıp kahraman olacak, belki Gülen’in gözüne girecek, belki de Cenneti garantileyeceklerdi. Ama işte kapasiteleri bu kadardı.
Bu pencereden bakınca, Cemaatin son 5 yılda neden stratejik açıdan tek bir doğru karar vermediği, daha doğrusu veremediği, açıkça gözüküyor. Cemaatin stratejik kararlarını verme konumunda bulunan kişiler maalesef rasyonel aklı öldürmüş, onun yerine bir tür İslamcı meczup zihniyeti oluşturmuşlardır. Bu saatten sonra Cemaat yapısının içinde kalan kişilerin en önemli düşünmeleri gereken mesele budur. Yani, sizin hayatınızla ilgili en önemli kararları almayı bu insanlara mi havale edeceksiniz? Sanırım Keneş’in bu soruya cevabi “Hayır” olmuştur.
Bunun yanı sıra, Keneş için asıl önemli olan noktanın, Kara gibilerle aynı yapı içerisinde bulunmanın ve bulunuyor gözükmenin kendi kişisel ve mesleki meşruiyet ve imajına karşı oluşturduğu hayati tehlikeyi fark etmiş olması olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, Gülen Cemaati her ne kadar tabanı itibarile büyük bir zulme maruz kalsa, ve savaşa giriştiği Erdoğan rejimine kıyasla şüphesiz daha tehlikesiz ve zararsız olarak görülse de, bu zulümler azalıp Erdoğan rejimi zayıfladıkça, hem kendi tehlikeleri ve zararları ön plana çıkacak, hem de Cemaat’in etrafındaki bu “bir avuç İslamcı meczup” imajı özellikle Batı ülkelerinde daha da güçlenecektir. Cemaatin, bırakmamaya yeminli ve olabildiğine meczup bu yönetici kadrosu ise bu süreçleri hızlandıracaktır. Dolayısı ile, Keneş ve Cemaat’in Batı ülkelerinde ikamet eden diğer gazeteci ve akademisyenleri için can güvenliği tehlikesi atlatılmış olsa da, bundan sonrası için, bu “bir avuç meczup”la birlikte anılmaktan ortaya çıkacak olan ağır bir mesleki meşruiyet kaybı söz konusudur. Bu durum da, haliyle Keneş ve diğerlerini kamuoyu deklarasyonları ile “meczup-karşıtı” bir konuma itmeye zorluyor ve daha da zorlayacaktır.
******
Son olarak, Bülent Keneş’in deklarasyonuyle ilgili garip bir noktaya değineceğim. Hüseyin Kara’nın “meczupluğu” ile birebir ilintili olduğu anlaşılan deklarasyonda Keneş, anlaşılır bir şekilde yıllardır dost olduğu kişilerin kalbini kırmak istemiyor ve bu kişilerin insani hasletlerine saygılı olduğunu ifade ediyor. Ama aynı zamanda, bu saygının gereğini çok aşan bir şekilde de Gülen’den “Hocaefendi” diye bahsetmeye devam ediyor. Öncelikle Keneş’in veya bir başkasının kime Hocaefendi deyip demeyeceği kendi bileceği iştir. Buradaki meselem ifade özgürlüğü değildir. Hüseyin Kara’dan “meczup”, Gülenden “Hocaefendi” (büyük H ile) bahsetmenin oksimoronik durumunu belirtmek istiyorum. Hüseyin Kara, Fethullah Gülenin üniversitede bir dönem seçmeli dersini alan bir öğrenci değildir (hoş, Gülen liseyi bile okumamıştır). Onunla arasıra buluşup bowling oynayan bir ahbabı, veya binlerce kilometreden yüzyüze görüşmeden yazıştığı bir ‘pen pal’ de değildir. Hüseyin Kara, ta çocukluk yaşından itibaren Gülen’den sadece din değil, tüm ahlak ve hayat üzerine bitmek bilmeyen dersler almış, bizzat Gülen tarafından bu derslere vukufiyeti takdir edilip ödüllendirilmiş, Gülen’i hayatının her alanında takip ve taklit etmeye çalışan bir mürittir. Dolayısı ile Hüseyin Kara’nın meczup olduğu bir evrende Fethullah Gülen’in Hocaefendi olması mümkün değildir. Hüseyin Kara, Fethullah Gülen’in daha ileri, daha yoğun bir versiyonudur. Yani ortada ya iki meczup vardır ya da iki hoca.
Özgürlüğün Gücü
2 Yorumlar
Süper bir analiz. Teşekkürler
YanıtlaSilYusuf
Yazinin son kismina katilmamakla birlikte yaziyi cok begendim...zihin acan bir yazi ellerinize saglik....
YanıtlaSil