Header Ads Widget

test banner

Masumlar (1) / Hatice Erol



Bu yazı dizisinde Hatice Erol, Selma Betül Urunga ve Cemile Sönmez’den bahsedeceğim. Fetö’den tutuklu: Bir hasta, bir bebek ve bir genç. Bu tip haberlere dayanamadığım için bakmıyorum ama bu üç kişininkine baktım ve aklımdan çıkmıyor. Yaklaşık iki-üç hafta önce gündem olmuşlardı. Şu an yavaş yavaş unutulmaya yüz tuttular. Her hafta onlar gibi birileri gündem oluyor. Siz bu yazıyı okurken büyük ihtimal başka bir bebek, başka bir tutuklu hasta gündem olmuştur. Gündem derken sadece cemaat medyasında ve bazı Twitter hesaplarında. Cemaat medyası dışında başka hiçbir medya ya da kesim onları gündem yapmıyor. HDP Milletvekilli eski Mazlumder başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu dışında da her daim sesleri olan başka biri yok. Eğer gündem olabilselerdi bugün hepsi evinde olabilirdi. KHK ile ihraç edilen Prof. Dr. Haluk Savaş’ın farklı medya organlarında gündem olmasıyla pasaportunu nasıl alabildiğini hepimiz gördük.

Maalesef cemaat medyasının bu kişileri gündem yapmasının hiçbir etkisi olmuyor. Hatta belki dezavantajı oluyor çünkü insanlar cemaat medyasından haklı olarak nefret ediyorlar. Hala birçok mimli, geçmişi sabıkalı isim bu medya organlarında mağduriyetleri dile getirdiğini sanıyor. Ama yalancı çoban hikayesindeki gibi artık kimse çobana inanmıyor. Dün yaptıkları zulümlere, tetikçiliklere en ufak pişmanlık göstermemiş hala Türkiye’deki diğer gruplara nazaran en iyi grup bizdik diyenleri insanlar haklı olarak dinlemek istemiyor. 15 Temmuz ile ilgili her türlü sorgulamadan kaçıp en uçuk ihtimalleri dile getirenleri kimse dinlemek istemiyor.

Kalemlerine çoktan kan bulaşmış olanlar, kalemleriyle başka masumları kurtarabilir mi? Dün Ali Tatar, Kuddusi Okkır ölürken dilsiz şeytan kesilenlere bugün kim inanır? Kim okur? Türkan Saylan kanserli bir şekilde ölümünü beklerken son 35 günü kala evine yapılan baskını savunanlar bugün 80 yaşındaki dedelerin içerde olmasını gündem etse bile kim umursar? Onları da kimse umursamıyor, hala daha başka insanlara iftira atmaya ve yalan söylemeye de devam ediyorlar. Galiba sadece kendi tabanları için, dostlar bizi alışverişte görsün mantığı ile yazıp çiziyorlar. Twitter’daki çoğu anonim hesapları dahil kendileri çalıp kendileri oynuyorlar. 0 etkileri olduğu kesin de negatif etkileri olup olmadığı tartışmalı. En alakasız adamı bile savunsalar, sırf savundukları için o adam içerden çıkamayabilir. Ekrem Dumanlı’nın son seçimlerdeki açıklaması gibi, CHP’nin adaylarını zor durumda bırakmaktan başka bir etkisi olmuyor. Saflıklarından yaptıklarını düşünmüyorum. Egoları, hırsları, eski koltuklarına güçlerine özlem, belki başka hesaplar pazarlıklar, kendi tabanına bakın bizim tuzumuz kuru değil sizi tek savunan biziz mesajı, 80 milyon size düşman, bizden başkasına yar olamazsınız mesajları… Türkiye’de zaten insanlar dinden ve ilahiyatçılardan soğumuşken, gazetecilik mesleği ile alakası olmayan ilahiyatçılar tarafından yönetilen medya organlarını kim ciddiye alır? İlahiyatçıların tarlalardan çıktığı şu günlerde, neden bu insanlar arka plana çekilmez, toplumun nabzını hiç mi okuyamıyorsunuz? İş adamları ve siyasetçiler tarafından yönetilen havuz medyasını ciddiye alan var mı? Ne farkı var ikisinin?

Bu yazıda lafı eğip bükmeden, tribünlere oynamadan, aman şunu desek ne olur korkusu yaşamadan gerçekleri yazmak istiyorum. Hz. Ali’ye ithaf edilen bir söz vardı ilim bir noktaymış cahiller çoğaltmış diye. Bu yazıyı da tek bir cümle ile bitirmek mümkün iken belki yedi bin sekiz bin kelime bu üç isim üzerinden insanların neden masum olduğunu anlatmaya çalışacağım, neden şu an yaşadıklarını hakketmediklerini anlatmam gerekecek. Her bebek İslam fıtratı üzerine doğar derler ya, insanların doğuştan günahkâr ve kötü olduğu inancına karşı, insanların çoğunun aslında safiyane bir akla ve vicdana sahip olduğuna inanıyorum ama çevremizdeki kötüler bizi değiştiriyor. Onlar algıları bozduğu için apaçık şeyler ile ilgili sayfalarca açıklama yapmak gerekiyor. Bu iki isim aslında içerdeki binlerce ismi temsil ediyor.

Ülkede, hukukun bir önemi olmadığı için hukuki bir açıklama yapmayı düşünmüyorum. Sonuç olarak ülkede çoğunluğun demokrasisi ve hukuku hâkim, eğer çoğunluk ikna olmuş tepkisini dile getiriyorsa savcılar geri adım atıyor yok çoğunluk rıza gösteriyorsa bir sebep bulup insanları içeri atıyorlar. (Bu sadece Fetö davalarında da olan bir şey değil, basit yaralama olaylarında da gündem yapıp kişiyi tutuklatabiliyorlar, kanunda yazan cezayı aldığında halk kabul etmeyip müebbet almasını isteyebiliyor) Sabri Uzun’un bile Fetö’den tutuklandığı bir ortamda hakim ve savcıların anlayacağı şekilde hukuki açıklama yapmak abes, iş onlara kalsa zaten onlar senelerce eğitimini gördükleri hukuku uygularlar, düşünseniz ya dört sene fakülte okuyorsunuz yüzlerce sınava girip saçlarınızı beyazlatıyorsunuz, hukuk ile ilgili yüzlerce kitap okuyorsunuz nasıl bir doktorun önüne hasta gelince tüm o bilgisini pratiğe döküyor siz de önünüze gelen o davada yılların birikimiyle hareket etmeniz gerekirken ilkokul seviyesinde bir karar veriyorsunuz. Peki bu nasıl mümkün oluyor? Savcı ve hakimler özgür olsa böyle bir şey yaparlar mı? Kimsenin senelerce okuduğu kitaplara ihanet edeceğini düşünmüyorum, Türkiye’de uygulanacak hukuku, hakimler ve savcılar seçmiyor, tam tersi çoğunluktaki en güçlü partinin dediği oluyor, o parti de yaptığı anketlerle halkın nabzına bakarak hareket ediyor. Bu durumda sokaktaki adamı ikna edemezseniz suçlusunuzdur. O yüzden hukuksal bir izah yapmaya gerek yok, binlerce yıldır gelen suçlar şahsidir gibi ilkeler artık geçerli değil. İnsanların mantığına, kalbine seslenmek, onların anlayacağı dilden mevzuları anlatmak gerekiyor. Doktorların koca karı ilaçlarına karşı halkı ikna etmesi gibi, halk ile muhatap olup yanlış algılarını düzeltmek gerekiyor. Halk için Bylock’tan delil olur mu olmaz mı gibi ifadelerin bir önemi yok, halk için şüphe tamamen ortadan kalkana kadar kişi masumdur gibi ifadelerin de önemi yok. Sizin o kişinin %100 masum olduğunu ispat etmeniz gerekiyor.

Hatice Erol 26 yaşında, tahmini 1992 ya da 1993 doğumlu, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. Mahkemesi hala devam ediyor bir ceza almamış ama Konya Ereğli Cezaevinde Fetö’den tutuklu yargılanıyor. Epilepsi hastası, ilk nöbetini 6 aylıkken geçirmiş. Cezaevinde ilaçlara rağmen sara nöbeti geçirdiğini ama bunu kayıt altına almadıkları için mahkemeye sunamadığını belirtiyor. Hatice Erol ile ilgili başka bir bilgi yok, iki adet resmi 1 de mektubu var. Benim de vereceğim bilgiler sadece tahmin ve genellemeler olacaktır.

Epilepsi hastalığında (sara nöbeti), vücut bilinçsiz bir şekilde kendini bırakıyor. Beynin normal aktiviteleri bozuluyor ve kişi bilinç kaybı geçiriyor. İlaç tedavisi yoluyla nöbetler kontrol altına alınıyor, azaltılıyor ve bir süre sonra bitme imkânı var. Ama anlaşılan Hatice Erol doğduğu günden beri bunu başaramamış ya da başardı ama sonradan tekrardan nüksetti. Hastalıkta uyku ve beslenme düzeni çok önemli ayrıca stres altında olmaması gerekiyor. Hatice’nin resimlerinde öğrencilik yıllarında bile stresli bir bakışı var, yükü ağır gözüküyor, çok şeyi dert etmiş gibi bakıyor. Şu an ki hapishane koşullarında ne uyku düzeni kalmıştır ne beslenme, müthiş bir stres altında olduğunu düşünüyorum. Böyle şartlar altında ilaçlarını alsa bile nöbetlerini engelleyemez. Zaten engelleyemiyormuş ama gardiyanları suçluyor, tutanağa geçmiyorlar diyor. Hatice inanıyor ki tutanağa geçilirse hâkim onu adli kontrol ile bırakabilir ve tutuksuz yargılanır (yani mahkemesi devam ederken tutuklu olmaz, sonunda bir ceza alırsa o zaman cezasını çekmek için hapse girer). Ama hâkim vicdanlı olsa zaten epilepsi hastasını tutuklu yargılamazdı. 2 kere 2 4 eder gibi katı bir kural, epilepsi hastaları hapishanede nöbetlerini kontrol altına alamazlar, ilaçlar bir fayda etmez. Bu, bu kadar netken neden bir de tutanağa alma gereğini duysun ki, zaten doktorların bu kişi %99,9 hapishanede sürekli nöbet geçirir demesi gerekiyor, epilepsi hastası olduğunun raporlanması zaten adli kontrol alması için yeterli olması gerekiyor. Her nöbet geçirdiğinde hapishanenin o soğuk beton zeminine düştüğünü tutanağa geçmesi mi gerekiyor? Ya o tutanağa geçmeyen, işi ağırdan alan gardiyanlara ne demeli? Necip milletim….

Kanser hastası biri için, hastalığı bir ilerlesin bakalım bayılacak mı, zorlanacak mı ona göre tutuksuz yargılarız denmiyorsa, epilepsi hastası biri için de denmez. Eğer buna rapor veren bir doktor varsa, Hatice’nin başına gelecek şeyler için %100 sorumluluğu almalıdır. O şartlar altında o rapora imza atıyorsa tamam atsın. Ama bir şey olmaz deyip o kızcağız koğuşta felç geçirdiğinde, “bu işin fıtratı” bu deyip kenara çekilecekse öyle bir rapor da olmaz. Yetki olan yerde sorumluluk olur, savcısından, hakimine, doktoruna, cezaevi müdüründen, gardiyanlarına eğer verdikleri kararın arkasındalarsa o zaman tüm sorumluluğu alsınlar. Eminim sorumluluğu aldıklarında hemen onu tahliye edeceklerdir.

Hatice’nin iki resmi de çok şey söylüyor, gözlerinde hala umut var, siması parlak. Başını Y kuşağı gibi örtmemiş, yaşından olgun duruyor, sırtında koca bir dünyanın sorumluluğu varmış gibi bakmış. Yaşına, hayatına, yüzüne bakınca Gülen cemaatinden olmasa zaten garip olurdu diyorsunuz.

Yıl 2010, Fethullah Gülen’in ifadesiyle mezardakilerin bile kalkıp oy kullanması gerektiği 2010 referandumu yeni bitmiştir. Artık muhafazakâr camiada Gülen cemaatinden olmamanın garip görüldüğü, gümbür gümbür Türkçe Olimpiyatlarının yapıldığı ve bu olimpiyatlara liberalinden, solcusuna, Atatürkçüsüne, sanatçısına, siyasetçisine, akademisyenine toplumu bir araya getiren ne kadar öne çıkan insan varsa katıldığı zamanlara geçilmiştir. 2007 yılından itibaren mevcut rejime düşman görünen unsurlar hukuksuzca tokatlanmış, en son referandum ile de yargıdaki bel kemikleri de kırılmış ve %58 gibi ezici bir çoğunluk ile yeni rejim kurulmuştur. Hatice tabi o zamanlar üniversite sınavlarına hazırlanan her şeyden habersiz dershane okul arasında mekik dokuyan biridir. Kız çocuklarının okumasına çok hoş bakılmayan bu coğrafyada Isparta gibi Nurcuların başkenti olan ve Gülen cemaatinin de çok etkin olduğu bir ilde ilahiyat fakültesini kazanmıştır. Hatice tahmini 2010 ya da 2011 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne başladı. Devletin yeterli yurt imkânı olmadığı için ya da zaten kız öğrenci olduğu için ailesi bir cemaat yurdunda kalmasını daha uygun gördüğünden Gülen cemaatinin evlerinde ya da yurtlarında kaldı. Zaten epilepsi hastası olduğu için özel bir yurt onun için daha iyi olacaktı.

Gülen cemaatinin karanlık yüzü, Hatice üniversiteye başlarken ortaya çıkmıştı. Ergenekon ve Balyoz davalarında müthiş hukuksuzluklar olduğu ve bunun Gülen-AKP ortaklılığında yapıldığı, aynı şekilde yargıda-askeriyede-poliste bir örgütlenme olduğu bazı yazarlar tarafından dile getiriliyordu. Ama ülkede kimse o yazarları ciddiye almıyordu, herkes Türkçe olimpiyatlarına geliyor, herkes çocuğunu Gülen’in okullarına ya da dershanelerine gönderiyordu. Hatta Balyoz’dan içeri girenler ya da Gülen aleyhine kitap yazanlar bile çocuklarını bunların okullarına gönderiyordu. Birileri çıkıp ülke bağırsaklarını temizliyor diyordu ve çoğu insan da o kişileri alkışlıyordu. Hatice o zamanlar elbette bazı Chp ve İşçi Partililerin Gülen cemaati hakkında söylediklerini dinleyecek değildi, eğer 2010 yılında üniversiteye girdiyse zaten başörtüsünü açıp girmek zorunda kaldığı için kendisini mağdur hissediyordu. Chp ve İşçi Partisi ise bu düzenlemeyi o zamanlar laiklik için savunuyordu. Türban başörtüsü ayrımı yapıyorlar ve örtüyü rejime başkaldırma anlamında siyasi bir simge olarak görüyorlardı.

Hatice ilahiyatı seçmişti, din onun için çok önemliydi. Zaten epilepsi hastası olması onu dünyadan koparmış, her an ölümü hissettiği için kadere ve Allah’a çok bağlı duygusal biriydi. İlahiyat fakültelerinde kuru bilgi öğrense bile, abla evlerindeki yaşamı çok seviyor, tasavvufi bir şekilde nefis terbiyesi yapıyordu. Bu dünyaya çok önemli bir amaç için gelmiş olduğuna inanıyor, ilahiyat okuyarak Allah’ı daha iyi anlayacağını ve asıl gayeyi bulabileceğini düşünüyordu. Bu sıralarda abla evlerinde kalıyor, kendi gibi diğer kız öğrenciler ile sosyalleşiyor birlikte sohbetlere gidiyorlar, kitap okuyorlar ve geziyorlardı. 17 Aralık 2013 yılına kadar Hatice çoktan Gülen’in öğretilerini kabul etmiş ve bu dünyaya dini yaymak için geldiğini ve bu yüzyıldaki seçilmiş cemaatin de Hizmet olduğuna inanmıştı. Gülen onun için çok özel biri olmalıydı, dünyanın 170 ülkesinde okul açmış, Türkiye’de çok başarılı okullar açmış, Cumhurbaşkanından Başbakanına herkesin saygı duyduğu çok önemli bir alimdi. Gülen ile ilgili birçok kitap vardı, Türkiye gibi her mahallenin diğerlerini vatan haini gördüğünü bir ülkede Gülen ile ilgili her kesimden insan övücü sözler söylemişti. Hatice bir yandan okul diğer yandan abla evlerindeki hayat mutlu mesut öğrencilik yıllarını yaşarken 17-25 Aralık olayları olur. Başbakan bunun bir darbe olduğunu söyler, Hatice’nin takip ettiği gazete ve medya ise bunun bir yolsuzluk operasyonu olduğunu söyler. Hocası da beddua ederek kendileriyle bu olayın alakası olmadığı belirtir. Diğer partiler de AKP’yi yolsuzlukla suçlayarak operasyonlara destek verirler. Hatice zaten ilahiyat öğrencisidir, siyasetten pek haz etmez, vaktini dini kitap okuyarak geçirdiği için ne olduğunu da anlayamaz ve hayatına devam eder. Sonuç olarak o kötü bir şey yapmamıştır ve abla evlerinde kendi gibi öğrenciler ile birlikte kalmaktadır onların polisle, savcıyla, yolsuzlukla işleri olmaz. Hatice son sınıftayken büyük ihtimal abla evlerindeki diğer kişiler ile birlikte Bylock programını yükler. Ablaları öyle istemiştir o da sorgulamadan yüklemiştir, gizli bir şey yazışmaz ama ülkendeki hava her geçen gün daha da kötüye gitmektedir. Hatice olanlara anlam veremez, Hocası ve takip ettiği medya ise bunun tarih boyunca olduğunu, tüm peygamberlerin zulüm gördüğünü yolun kaderinin bu olduğunu söyler. Diğer yandan AKP’liler ise başta taban ve tavan ayrımı yapmadan onlara Haşhaşi demektedir. AKP cephesinden gelen hakaretler Hatice ve arkadaşlarını iyice birbirine yakınlaştırır. Eğer Hatice abla evlerinde verilen işlerin yoğunluğundan dolayı okulunu uzatmadıysa 2014 ya da 2015 yılında mezun olmuştur. Mezun olduktan sonra din kültürü öğretmenliği veya yüksek lisans için sınavlara hazırlanıyor ya da abla evlerinde ablalık yaparak vaktini geçiriyordur. Tabi 15 Temmuz’a yaklaştıkça işler daha da kötüleşir, Hatice’nin takip ettiği medya kapatılır, Bankasya’ya devlet el koyar. Ama okullar ve dershaneler hala devam eder. Devletin bir örgütle mücadelesinden çok, AKP’nin bir cemaat ile kavga görüntüsü vardır. Diğer tüm siyasi partiler AKP’yi suçlar, FETÖ denen bir örgüt vardır ve bazı suçları işlemiştir ama bunların hepsi yurtdışına kaçmıştır, ama bu örgüt Gülen cemaati içinde bir azınlıktır, cemaat tamamıyla örgüt değildir, ama cemaat üyeleri de kamuda sakıncalı görülmeye başlanmış ve memurluğa alınmamaya başlanmıştır. Hatice’nin ilmine saygı duyduğu hocası da tüm bu olayları yolun kaderi olarak yorumluyor, imtihan dünyasında çekilen bu acıların Allah tarafından gönderilen bir lütuf olduğunu ve makamların artacağını belirtiyordur. 2016 yılında Darbe olur. Ve büyük ihtimal Bylock programını yüklediği için ya da tanık beyanıyla Hatice tutuklanır.


Neden insanlar kendileri gibi olanları değil de kendilerine hiç benzemeyenleri örnek alıp onlara hayran olurlar. Neden kafamızda büyüttüğümüz ünlü kişilerin arkasından gideriz. Neden tarih kitaplarında hayatı çok rahat bir şekilde yaşamış tüm zevkleri tatmış krallar ön plandadır da ekmeğini taştan çıkaran bir köylünün adı bile geçmez? Zaten saltanatını sürmüşlerdir bu dünyanın, astıkları astık kestikleri kestiktir hala daha niye onlara önem veririz. Onlara bu kadar önem vermemiz zulüm ettikleri binlerce insana vefasızlık adaletsizlik değil midir? Neden Fatih Sultan Mehmet, Atatürk, Abdülhamit, Erdoğan, Gülen bu kadar sevilir ve önemlidir de Hatice Erol sevilmez. Hatice kardeş katli ile anılmaz, Hatice Dersim katliamı ile de anılmaz, Hatice hiçbir meclisi feshetmemiştir, Hatice’nin akçeli işlerde de tarağı yoktur. Hatice’ye ulaşmak da çok kolaydır. Hatice Erol hepsinden masumdur, bizim yediğinizi yer, bizim giydiğimizi giyer, bizim güldüğümüze güler, bizim gibi düşünür. Bizden biridir, peki biz niye bizden olanlara sırt dönüp, bize benzemeyenlerin arkasından gidiyoruz?

Hatice’nin hikayesi benim tahminim bu. Ya Bylock ya da tanık beyanından tutuklanmıştır. Kendisine isnat edilen suç da Fetö üyeliğidir. Abla evlerinde kaldığı için ya da hem kalıp hem de ablalık görevi yaptığı için terörist ilan edilmiştir. Küçük bir ihtimal Bankasya’ya cebindeki harçlığı yatırdığı için de terörist ilan edilmiş olabilir.


Ahmet
author

"Sorumluluk Reddi" Konusunda Önemli Bilgilendirme:

Münferit Fikir Platformunda yazılan tüm yazılar, aksi MFP YYK tarafından belirtilmedikçe yazarların kendi görüşleridir. MFP’nin ve platformdaki diğer yazarların görüşlerini yansıtmaz veya ifade etmez.

Yorum Gönder

2 Yorumlar

  1. Bu yazida dogru bir genelleme yapilmis.Birada anlatildigi gibi uc asagi bes yukari binlerce "Hatice"var...
    Yazinin devamini merakla bekliyorum...

    YanıtlaSil
  2. En baştan kadınların tutuklanmasına kategorik olarak karşı olduğumu belirtmek isterim. Nasıl bir suç işlemişlerdi ya da nasıl bir tehlike oluşturuyorlardı ki tutuklama ihtiyacı hissedildi hiç anlamadım. Kadınların, örgüt üyeliğinden tutuklanması gibi bir örgütle mücadele yöntemi niye seçildi bilen varsa ve yorumlara yazarsa sevinirim.

    Peki erkekler niye tehlike olabilir diye soran olursa, aklıma gelen asker, polis vs imamlığı. Bu tür mahrem hizmetleri yapanların belli bir kısmının suça bulaşmış olması ve/veya tehlikeli olma ihtimali var. Cemaatin yapısı gereği, kimin nasıl bir görevde olduğunu tahmin edemiyorsunuz. Bir lise öğretmeni, bir komiserin veya albayın abisi çıkabiliyor.

    Birçok insanın hapishanedeki insanlara destek belirtememesinin de ana sebebi bana göre bu. Cemaat gazetecilerinin sürekli yalan söylemesi ve mahremleri, taban üzerinden aklamaya çalışması. Cemaat gazetecilerine güvenip x kişi masumdur haksızlık, şöyle böyle vs diyen açıklamalar yapıp, daha sonra bu kişinin mahrem olduğunu öğrenip, havuz medyasında haftalarca Fetöcülükle suçlanan kişiler oldu.

    Örnek olarak Gökhan Açıkkollu durumuna bakalım. Bu kişi üzerinden cemaat gazetecileri bir sürü yayın yaptı, işkence ile öldürülmüş sıradan bir öğretmen olduğunu söylediler. Bilmelerine rağmen bu kişinin kalp krizinden öldüğünü ve mahrem hizmetlerde görev aldığını, en son komiser abisinin abisi olduğunu söylemediler.

    Geçirdiği kalp krizi videosu yayınlandı ve hakkındaki tanık ifadelerinden kısa bir kısım aşağıdaki gibi:
    Komiser Yardımcısı Çağlar Aydın ifadesinde, FETÖ bünyesinde kendisinden Habib Ertürk isimli şahsın sorumlu olduğunu beyan etti. Bu beyan üzerine Ertürk, İstanbul Kartal'da gözaltına alındı. Habib Ertürk ise sorgusu sırasında itirafçı oldu. Ertürk, örgütteki üst abisinin Fatih kod adlı Gökhan isimli öğretmen olduğunu belirtti.

    CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, birkaç kez partisinin grup toplantılarında, cemaat gazetecilerine güvenip, Gökhan Açıkkollu sıradan bir öğretmendir, örgütle ilişkisi yoktur, işkence ile öldürülmüştür diye açıklamalar yaptı mı yaptı. Sonra cemaat gazetecilerinin bilip de sakladığı bilgiler ortaya çıktı. Adam aylarca havuz medyasında Fetöcülükle suçlandı. Bu tür örneklerden sonra kimse ağzını açmaz tabi.

    Cemaat gazetecileri, yalan, takiye, mahremleri aklamaya çalışma vb işlerden vazgeçmediği sürece, siyasi figürlerin, ismi cismi belli spesifik kişiler hakkında konuşarak risk alması zor. Ancak genelleme yaparak konuşurlar. Bu da pek bir işe yaramaz.

    YanıtlaSil