Kapınız çalar, uyku sersemliği ile açarsınız kapıyı, daha beyniniz aktif olmamıştır, düşünerek hareket edemezsiniz, alışkanlıklar ile harekete geçersiniz, kim olduğunu bile düşünmeden açarsınız o kapıyı. Karşınızda hayatınızda görmediğiniz iki yabancı… size polis olduklarını söylerler ve evinize girerler, gözlerinizi açabilmek için çapakları silmeye çalışırsınız, niye geldiklerini bile sormayı düşünmezsiniz, bilirsiniz çünkü vakit gelmiştir seneler önce kaldığınız bir ev gittiğiniz bir sohbetten dolayı size de sıra gelmiştir. Saate bakarsınız, saat 6:30’dur. Şaka ya da rüya mı bu! Galiba değil… size şafak baskını yapıldığını o an anlarsınız. Her gün gördüğünüz tıklamayıp geçtiğiniz 30 ilde 100 Fetöcü gözaltına alındı tarzındaki haberlerden biri yaşanmaktadır. Telaşla evdekiler uyanır, sizin sormadığınız soruyu onlar sorar, Noluyor! Ne yapıyorsunuz! diye tepki verirler. Polisler sakindir, ‘malum meseleden dolayı geldik gözaltı kararı var’ derler. Malum mesele ne diye sormak bile aklınıza gelmez. Telefonunuzu ve bilgisayarınızı alıp vakit kaybetmeden sizi alıp götürürler. Önce hastaneye götürürler, sağlam raporu aldıktan sonra sizi boş bir kodese tıkarlar. Geçersiniz köşeye, büzüşürsünüz ve kafanızı ellerinizin arasını alıp derin derin düşünmeye başlarsınız…
Ne olacak! Bana ne soracaklar? Niye şimdi? Neyi buldular da beni aldılar? Nasıl savunma yapacağım? Kaç gün burada kalırım? Bir daha ailemi görebilecek miyim? Tutuklanırsam hayatım boyunca böyle karanlık bir oda da mı kalacağım? Arkadaşlarım acaba olayı ne zaman fark ederler, ya içlerinden bazıları artık benle konuşmayı keserse? Benden utanır ya da korkarlarsa? Ya onlara geçmişimi söylemekten çekindiğim için bana Kripto derlerse? Onları kandırdığımı düşünürlerse? Ohal de var 30 gün burada kalabilirim ne yapacağım? Ben daha çocuk değil miydim nasıl bu iş bana da geldi? Koskoca 7 yıl… Lise + ortaokul da geçen süreme eşit, üniversite okuduğum süreden bile fazla bu kadar yıl 10 metre kare dört duvar beton arasında mı kalacağım, güneşi bir daha görebilecek miyim? Sorular… Sorular…
Siz sessizce düşünürken bir kulağınız da polislerdedir, aralarındaki konuşmalardan niye tutuklandığınızı anlamaya çalışırsınız. Sonra yavaş yavaş diğer tutuklular gelir, hepsini ayrı kodese koyarlar ama önünüzden geçerken o sizin siz de onun yüzüne bakarsınız. Acaba tanıdık biri mi acaba yüzüne bakarak niye tutuklandığım konusunda bir ipucu elde edebilecek miyim?
Stresten mideniz ağrımaya başlar, salavat getirirsiniz az da olsa rahatlaya bilmek için, İnşirah suresini okursunuz çünkü Klostrofobi başlamıştır. Duvarlar üzerinize üzerinize gelir, uyumak istersiniz belki uyanınca her şey geçer diye. Ama savunmanızı bir an önce hazırlamanız gerekir polisin sizi ne zaman çağıracağını bilemezsiniz, ayrıca dua etmelisinizdir, bir saniye bile boş vaktiniz yoktur, uyuyamazsınız.
Polis isminizle seslenir, küçük bir serçe gibi yüreğiniz hoplar ve onu takip edersiniz. Bir imza attırır ve yerinize geçersiniz. Yeni kişiler daha gelir birini sizin kodesine koyarlar, çekinerek köşenizden selamlaşırsınız. Uzun bir sessizlik olur, ilk kim bu sessizliği bozacak? Tepede sizi izleyen güvenlik kamerasına rağmen bir şeyler demeye cesaret edersiniz. Sonra gene sessizlik, kendinizle baş başasınızdır. Sınava çalışmayıp son on dakika amfide hızlı hızlı notlara göz atan öğrenci gibi tüm hayatınızı gözden geçirirsiniz, nerede bir suç vardır? Nerede bu cemaate bulaşmışsınızdır. Acaba hangi delil ile sizin de onlara bulaştığınızı fark ettiler?
Düşünceler adeta vücudunuzdaki tüm glikozu tüketir. Ama karar vermeniz gerekir, itirafçı olacak mısınız olmayacak mısınız? Tüm ihtimalleri düşünürsünüz, deliller güçlüyse ne yapacağınızı, deliller zayıfsa ne yapacağınızı, isminizi biri verdiyse ne yapacağınızı, önünüze HTS kayıtlarını koyarlarsa ne yapacağınızı, Bylock tespit etmişler ise ne yapacağınızı, Baz kayıtlarını çıkardılarsa ne yapacağınızı, her şeyi tek tek düşünürsünüz. Düşündükçe her şey aklınıza gelir Kimse Yok Mu derneğine telefondan mesaj attığınızı hatırlarsınız, ah aptal başım! bunu kesin önüme koyarlar onlar koymadan ben itiraf edeyim dersiniz. Ya Bylock çıkarsa, o zaman ne diyeceğim? İçerik de var mıdır? Saatlerce düşünürsünüz. Ama en sonunda her şey gelir takılır bir soruya: İtirafçı olacak mısınız olmayacak mısınız?
Olduğunuzu düşünürsünüz, sizi bırakırlar hapse gitmezsiniz, belki varsa işiniz geri dönüp çalışmaya devam edersiniz ama davanız artık kesin görülür ve kabul etmiş olursunuz her şeyi. Tamam ama etsem bile ben ne yaptığımı kabul etmiş oluyorum terörist olduğumu değil ki yarın siz terörist değilmişsiniz derlerse ben de kurtulabilirim dersiniz. Ama ya ellerinde hiçbir delil yoksa, saf gibi her şeyi kabul mu edeceksiniz? Hem itirafçıları kimse sevmez, dönek gözüyle bakarlar, bir 'Fetöcü'ye duydukları saygıyı bile göstermezler bana itirafçı olursam, bana korkak derler… Düşünceler kafanızdan yıldırım gibi geçer, olsam ne olur, olmasam ne olur? Olmasam dayanabilecek miyim bu acıya ve korkuya, kapalı alanda 7 sene yaşayabilecek miyim, o an ürperir ve titrersiniz, hayat filmlerdeki gibi değildir, ‘yav ne korkak adam ben olsam şöyle yapardım…’ dediğiniz sözlerin ne kadar boş olduğunu görürsünüz. Gerçek benliğiniz ortaya çıkmıştır, vücudunuz adeta hayatta kalmak için size müthiş bir ürperti verir, dayanamayıp oracıkta öleceğinizi düşünürsünüz. Ailenizi düşünürsünüz bir an, onlar için belki olmalıyım dersiniz. Ama bu koca bir yalandır, bilirsiniz. Sonra ismini vereceğiniz kişilerin sizin yaşadığınız şeylerin aynısını yaşayacağını düşünürsünüz, nasıl yapabilirsiniz ki bunu onlara? Onlar sadece cemaatten birkaç kişi değildir, cemaatten olmalarından önce sizin arkadaşınız, kardeşiniz olmaları gelir. Siz cemaatten çoktan ayrılmışsınızdır, ama onlar ile arkadaşlığınız bakidir. En sevdiğinize bunu nasıl yapacaksınızdır ki? Niye devlet kendi bulmuyor da sizi zorluyordur? Aslında zaten devlet herkesi bulmuş benim benliğimi ve ruhumu mu parçalamak istiyordur?
Aklınıza Harry Potter filmi gelir, Tom Riddle’ın Profesör Slughorn ile konuşması gelir. Slughorn çok güzel bir sözü vardır küçük Voldermort’a “öldürmek ruhu parçalar” der. Evet siz de bilirsiniz ki eğer kardeşinizin ismini verirseniz ruhunuz artık eskisi gibi kalamayacaktır. Ruhunuzdan bir bölüm kopup, karanlıkta kaybolacaktır ve ömrünüz boyunca eksik biri olarak yaşayacaksınızdır. Bilirsiniz eğer buradan sağ salim çıksanız bile artık kendi içinizde ömür boyu esir kalacağınızı ama yeter ki buradan sağ salim çıkayım istersiniz. Siz cemaatten çoktan ayrılmışsınızdır, Gülen’den nefret ediyorsunuzdur. Yetmez mi bunlar? Neden ev arkadaşlarınızın ismini vermek zorundasınızdır ki hem zaten 2013 öncesidir, onlar da kesin sizin gibi ayrılmıştır değil mi? Ya onlara Gülen’i Amerika’dan getirmeyi teklif etsem benim samimiyetime inanırlar mı? Böyle kamikaze operasyonlara razıyım yeter ki bana o evde kimle kaldığımı sormayın desem, iyi bir pazarlık olmaz mı…
16 Temmuz günü de düşünmedim mi her şeyi anlatmayı, şimdi ne değişmişti? O zamanlar darbe tehlikesi yok muydu ya o çok sevdiğim eve gelen küçük çocuklar da bu işin içindeyse ya Gülen onlara tekrar emir verirse bu sefer daha kanlı olaylar olursa ben ne yapacaktım? Niye Gülen’in bize müceddid olduğunu Peygamber ile istişare ettiğini anlatmışlardı ki? O çocuklar da buna inanmış mıydı… 15 Temmuz’u gördükten sonra akılları başlarına gelmiştir değil mi? Aklıma kapı arasında duyduğum sözler geldi “oğlan duygusal gidip her şeyi anlatırsa kaldıramaz, yaşayamaz öyle, devlet zaten her şeyi biliyor”. Evet, ya buradan çıkmak benim ölüm fermanım ise…
Bir süre sonra George Orwel’in 1984 kitabındaki Winston’un sorgu sahnesi aklınıza gelir, evet hayatta en sevdiği kişinin ismini vermişti. Evet gerçekler Hollywood filmlerindeki gibi değildir, saatlerce işkenceye dayanmak falan masaldır. Siz bir çocuksunuzdur, her ne kadar eskiden bağlı olduğunuz cemaat bir istihbarat örgütü gibi hareket etmişse de siz sıradan bir Türk çocuğusunuzdur, hiçbir eğitim almamışsınızdır, bırakın işkenceyi, hafif bağırsalar bile pısar sessiniz titrer ve kekelemeye başlarsınız. Polislerin size bir şey yapmayacağını bilirsiniz, ama ya dediklerin çelişiyor KONUŞ! DEVLETİN YANINDA OL! derlerse, bu bile yeter sizi orada mahvetmeye. Ama devlet her şeyi zaten bilmiyor mu, niye beni konuşturmak istiyor? Yoksa 1984’deki gibi beni bir daha devlete karşı gelecek oluşumların içine girmeyecek şekilde ruhumu benden almak mı istiyorlardı? Winston’un yaşadığı gibi her şey sadece onun ne kadar güçsüz olduğunu, kaybetmiş olduğunu göstermek için miydi? Bedenime zarar verebilirsiniz ama ruhuma asla sözü gerçeklikle ilgisi olmayan bir şakadan mı ibaretti? Ruhumun git gide uçurumun kenarına yaklaştığını hissettikçe aklıma Winston geliyor, onun en son söylediği “beni bırakın Julia’yı alın” sözünü anımsıyordum. Winston hayatının aşkını orada bırakmıştı, ben de kardeşim derken abartıyor muydum? Kefenin bir ucunda kendim olunca diğer tarafın hiç baskın gelme ihtimali var mıydı? İnsanoğlu gerçekten filmlerdeki gibi direnebilir miydi? Yoksa her koşulda önce kendimizi düşünen yaratıklar mıydık?
Hani bir daha asla yalan söylemeyecektim, tedbir denilen şeye lanet okuyarak bırakmadım mı bu işleri? Hayatımda bir kere tedbir diye yalan söylemiştim onda da başıma gelmeyen kalmamış mıydı? Nasıl tekrar yapacaktım bunu ya gene aynısı olursa? Ama zaten artık yalansız yaşamak mümkün mü? Kaç kere sordular cemaat evine gittin mi diye, utandığımdan ve korktuğumdan asla gitmedim diyen ben değil miydim? İstemiyordum geçmişimdeki bu kısmın kimse tarafından bilinmesini, korkuyor ve utanıyordum, kötü bir şey yapmamıştım ve onların asıl merak ettiği gibi Gülen’e falan da bağlı değildim en az onlar kadar özgür düşünüyordum önemli olan da bu değil miydi? Geçmişimi ne yapacaklardı ki?
Ama devlette haklı değil miydi? Ya yeni bir darbe girişimi olursa? Ben Gülen’in kötü biri olduğuna inanmıyor muydum, ya kalanlar ile tekrar bir işe girişirse ne yapacağım? Ya gerçek bir suç varsa ve onu işleyenleri tespit edebilmek için benden bilgi isterlerse? Belki tabandan gidip üsttekileri bulup suçluları yakalamak istiyorlarsa. En büyük abinin ismini mi versem? Alttakilere gerek yok mu desem? Ben diğerleri gibi seçilmişliğe inanmıyordum ki artık, onlar gibi darbenin tiyatro olduğuna, Gülen’in müceddid olduğuna inanmıyordum ki, baharın geleceğini de düşünmüyordum, konuşmazsam 7 sene bir daha güneşi göremeyecektim. Abdullah Aymaz’ın dediği gibi bir bahar yoktu, ona güvenip sustuğumda kim Gülen’in ne kadar kötü bir insan olduğunu dışardakilere anlatacaktı ki? Gülen’e karşı gene mi kaybedecektim?
Düşünürken hafif bir sigara kokusu hissedersiniz, zaten kodes soğuktur pis battaniye sarılır ısınmaya çalışırsınız. Beyin bu kadar acıyı kaldıramadığı için hemen hayal kurmaya başlar. İleride büyük biri olursam ilk iş polislerin kapalı ortamda sigara içmesini yasaklayacağım dersiniz. Kesinlikle kodese sigara kokusu gelmesi insan hakları ihlalidir ve bir işkence olmalıdır dersiniz. Daha sonra ben niye kaç gündür gözaltındayım benim ifademi almayacaklarsa niye bir hafta önceden gözaltına aldılar ki dersiniz. Aklınıza Erol Mütercimler ’in sözü gelir, her hukuk öğrencisi bir kere kodese girmelidir… Girmelidir ki anlasın oradakinin halini. Daha sonra tekrar hayalinizdeki ülkeyi düşünürsünüz…
Sonra ani bir ses gene isminizi söyler, sıra rutin doktor kontrolüne gelmiştir, utana utana gidersiniz doktorun yanına tekrar, utanırsınız çünkü saçınız, sakalınız dağılmış ve kokuyorsunuzdur, kıyafetleriniz iyice buruşmuştur. Doktor sivil olduğu için kendinize yakın hissedersiniz ama hiç de öyle değildir. Somut donuk bakışlar ile doktor size bakarken hemşire bilgilerinizi girer, hemşire mesleğinizi sorduğunda cevaplarsınız ve eliyle kalemi döndüren arkasına paşa gibi yaslanmış doktor hafif yerinden kımıldar ve bir soru sorar, mecbur cevap verirsiniz, çünkü artık siz esirsinizdir ve ne soruluyorsa cevap verme mecburiyetinde hissedersiniz kendinizi, doktor size soru sordukça doktorun tanıdık çıkmasından çekinirsiniz adınız çıkacağına canınız çıksın söyleminin ne kadar doğru olduğunu yaşatır o dakikalar size. Sorular soran doktor istifini bozmadan ters bir laf eder. Nezaketinizi bozmadan doktorun gözüne bakıp ayrılırsınız yanından. Bunu bana yapan insan yaşatmak için yemin etmiş bir insan mıydı gerçekten? Ama hemen aklınıza bir önceki doktor gelir, hani şu polislere dışarda bekleyin ona soracağım soruları özel soracağım deyip iyi bir niyetle ‘seni darp ettiler mi’ diye soran doktor…
Hala daha savunmanızı hazırlamamışsınızdır. Satranç oyunu gibi tüm olasılık için hamlelerinizi belirlemeniz gerekir ve zaman ilerliyordur. Dünyanın en zor sorularını çözmek için en zor şartlarda sadece birkaç dakikanız vardır. Aklınıza Stefan Zweig’in satranç kitabı gelir, siz de hapishanede satranç dâhisi olabilir misiniz acaba? O daracık yerde bu tip düşüncelerin insanın en kötü durumun da bile Serotonin salgılatabildiğini görürsünüz.
Belki siz de yazıyı okurken ben olsam ne yapardım diye düşündünüz. Ben de filmlerde bu tip sahnelerde düşünmüşümdür. Ama yaşamak çok farklı oluyor, stressiz bir halde iken hala daha sorulara bir cevap veremediyseniz, bir de o anı düşünün. Ben en son çaresiz Allah’ım sen bana güç ver, benim bu yaşadıklarımı başkasına yaşatma, çok güçsüzüm ve ne diyeceğimi bilmiyorum, nolur polisler beni hiç zorlamasın ben kendime güvenmiyorum diye dua etmeye başlamıştım. Bu işi kendi irademle yapmam imkansızdı ve sadece dua ediyordum. O sorgudan ruhumu orda bırakıp çıkmamak için bir çıkış yolu arıyordum. Benim en son neyi seçtiğim önemsiz. Birazdan yaşanacaklar artık tamamen şans ve kaderdi. Çünkü tüm hücrelerim adeta ikiye bölünmüş ve kendi içimde büyük bir savaşa girmiştim. En son iki taraf da kararsız kalıp olayları akışana bırakmıştı beni sadece akış kurtarabilecekti.
Hayatımın en zor dakikalarıydı, çoğu kişi için de öyledir. Gözaltının 1 günü hapsin 1 yılına bedeldir hele bir de Ohal de ise... Çoğu kişi hala o günkü soruların cevabını arıyor, acaba ben teşhis etmesem gene de onu bulabilirler miydi? Teşhis ettim ama zaten yurtdışına gitmemiş miydi?...
Bahar gelecek diyorlar, hangi bahar o günü hiç yaşanmamış yapabilir ki? Hangi bahar ruhunun bir parçasını orda bırakan kişilere derman olabilir ki? O kişiler Gülen’den daha mı kötüydü de başlarına bu geldi? Tekrar işlerine dönseler bile, bu yaşanmışlıklar ne olacak? Bahar gerçekten kimin baharı, çünkü bunları yaşayan insanlar için işe dönmek hapisten çıkmak bir bahar değil olsa olsa fırtınası bitmiş bir kıştır. Ve o karanlık kış hayatları boyunca devam edecektir. Peki hakkettiler mi bunları? Hakkettiler mi kendilerine üstten bakılan bakışlar ile “cehennemliksiniz iftiracılar” sözlerini? Kim onları yargılayabilir ki? Tüm bunlara sebep olan Gülen mi? Hiç bunları yaşamamış kişiler mi? Kim bu davada yargıç olmak ister bilmiyorum ama ben o kişilerin avukatı olmayı seçiyorum. Ve gerçekten bunlar ötede birilerinin dediği gibi cehenneme gidecekse ve doğrudan ya da dolaylı sebep olanlar cennete gidecekse, ben de cehenneme gitmeye razıyım…
Ahmet
Twitter: @a_wolfenstein
0 Yorumlar